MAZBUT VAKIF STATÜSÜNE ALINAN MAL TOPLULUĞUNUN VAKFA İADE TALEBİNİN REDDEDİLMESİ NEDENİYLE MÜLKİYET HAKKININ İHLAL EDİLMESİ

MAZBUT VAKIF STATÜSÜNE ALINAN MAL TOPLULUĞUNUN VAKFA İADE TALEBİNİN REDDEDİLMESİ NEDENİYLE MÜLKİYET HAKKININ İHLAL EDİLMESİ

Olaylar

Başvurucu vekili tarafından verilen 1936 Beyannamesi’nde Tur-u Sina Büyük Manastırına Tabi Aya Yani Kilisesi ve Manastırı olarak yer alan kilise ve arazisinden ibaret mal topluluğu, Vakıflar İdaresi tarafından teftiş sonucu düzenlenen rapor uyarınca 6/6/1977 tarihinde mazbut vakıflar arasına alınmıştır. Başvurucu, idareye yaptığı başvuru ile anılan Vakfın mazbut hâlinin sona erdirilerek yönetiminin tekrar cemaatlerine bırakılmasını talep etmiştir. Ayrıca bu Vakfa ait olduğu belirtilen taşınmazın cemaatten oluşturulacak Vakıf yönetimine iade edilmesi de talep edilmiştir.

İdare, yapılan başvuruya cevap vermemek suretiyle başvuruyu zımnen reddetmiştir. Başvurucu, bu işleme karşı idare mahkemesinde iptal davası açmış; mahkeme 1936 Beyannamesi uyarınca tüzel kişilik kazanan vakfa 10 yıl süre ile yönetici atanmadığından mazbut vakıflar arasına alma koşullarının gerçekleştiği gerekçesi ile davayı reddetmiştir. Başvurucunun temyiz talebini inceleyen Danıştay, mahkeme kararını onamıştır.

İddialar

Başvurucu, kilise binası ve arazisinden ibaret olup mazbut vakıf statüsüne alınan mal topluluğunun iade edilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Mahkemenin Değerlendirmesi

Mısır tabiiyetindeki bir vakıf olan başvurucu, kendisine ait bir taşınmazın başlı başına vakıf statüsünde kabul edilerek öncelikle bütün cemaat vakıfları gibi mülhak vakıflar, sonrasında da amacını gerçekleştirecek bir cemaati bulunmadığından mazbut vakıflar arasına alınarak Vakıflar İdaresince yönetilmesinden şikâyet etmiştir.

Vakıflar İdaresi kararıyla anılan taşınmaz mazbut vakıflar arasına alınıp yönetimi idareye geçmişse de bu tür kararlar tapudaki mülkiyeti ortadan kaldırmamış ancak malikin tasarruf yetkisini kısıtlamıştır. İdare ve işlemi denetleyen idari yargı mercilerinin kararlarında kilise ve manastırın 1936 Beyannamesi uyarınca müstakil bir vakıf niteliği kazandığı ve sonrasında mazbut vakıflar arasına alınma şartlarının gerçekleştiği belirtilmişse de mahkeme ve Danıştay bireysel başvuruya konu taşınmaza ilişkin 1936 Beyannamesi'nin içeriğini incelememiş, bağımsız bir vakfiyesi bulunmayan ve beyannameye göre müstakil bir vakıf olma iddiası taşımayan bir mal varlığına vakıf statüsü verilemeyeceği yönündeki iddiayı cevaplamamıştır. Öte yandan mahkeme, cemaat vakfı olarak gördüğü ve bu niteliği ile 5404 sayılı Kanun uyarınca mazbut vakıflar arasına alınmasına imkân kalmayan bir vakfın mazbut vakıflar arasına nasıl alınabildiğini de açıklayamamıştır. Mahkeme ayrıca cemaat vakfı olarak kabul etmesine rağmen başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesine dayalı iade talebinin koşulları yönünden de herhangi bir değerlendirme yapmamıştır.

Bu durumda 1977 yılına kadar cemaati tarafından fiilen kullanıldığı bizzat idarece tespit edilen kilise ve arsasından ibaret olduğu belirtilen bir taşınmazın açık bir kanun hükmüne dayanılmaksızın idarenin tek taraflı işlemiyle mazbut vakıflar arasına alınarak yönetimine el konulduğu ve iade talebinin de bu idari işleme dayalı olarak reddedildiği öne sürülen başvuruda, başvurucunun davanın sonucuna etkili, ayrı ve açık yanıt gerektiren müdahalenin kanuniliğine ilişkin iddia ve itirazları mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile yanıtlanmamıştır. Ayrıca idari işlemin dayanağı olan 1936 Beyannamesi’nin verildiği tarihten uzun yıllar sonra ortaya çıkan bir içtihada dayalı olarak bu beyanname uyarınca dinî faaliyete konu mal varlığının müstakil bir vakıf olarak kabulü ile mazbut vakıflar arasına alma yönündeki uygulama da öngörülebilir değildir.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

SİNA AZİZ MANASTIRI VE BAŞPİSKOPOSLUĞU (TUR-U SİNA MANASTIRI) BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/26955)

 

Karar Tarihi: 14/12/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 5/5/2023-32181

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportörler

:

Eren Can BENAKAY

 

 

Heysem KOCAÇİNAR

Başvurucu

:

Sina Aziz Manastırı ve Başpiskoposluğu (Tur-u Sina Manastırı)

Vekili

:

Av. Hülya BENLİSOY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; kilise binası ve arazisinden oluşan ve mazbut vakıf statüsüne alınan mal topluluğunun yabancılık unsuru taşıyan vakfa iade edilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargısal sürecin uzun sürmesi nedeniyle de adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 6/9/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

8. İkinci Bölüm başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Uyuşmazlığın Arka Planı

1. Cemaat Vakıflarına İlişkin Tarihsel Süreç

10. Osmanlı Devleti 7 Sefer sayılı 1284 (1868) tarihli Kanun'la yabancı gerçek kişilere taşınmaz edinme hakkı tanımıştır. 16/2/1328 (1912) tarihli Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat ile öncelikle belediyeler ve derneklere, aynı Kanun'un 3. maddesi ile Osmanlı cemaat ve hayır kurumlarına taşınmaz mal edinme hakkı tanınmıştır. Anılan Kanun'un geçici fıkrasında "Osmanlı Cemaati ve Müessesatı Hayriyesi tarafından şimdiye kadar nam-ı müstear ile ... tasarruf oluna gelen gayrimenkullerin bu kanunun neşir ve ilamından itibaren 6 ay zarfında müracaatları halinde müesseseler namına kaydının tashih olunacağı..." hükmü kabul edilmiştir.

11. Ancak cemaat vakıfları ya da azınlık vakıfları olarak adlandırılan vakıfların bu tarihten uzun yıllar önce fiilen taşınmaz edindiği tartışmasızdır. Bu dönem içinde cemaat vakıflarının sahip oldukları gayrimenkulleri güven duydukları gerçek kişiler (nam-ı müstear) ya da nam-ı mevhum olarak adlandırılan uzun yıllar önce ölmüş din büyükleri adına tescil ettirdikleri 1328 (1912) tarihli Kanun'un geçici fıkrasından açıkça anlaşılmaktadır.

12. Dinî yerlerin bu vakıflara tahsis edilmesi için padişahın bu hususu uygun görmesi ve ilgili taşınmazı bu vakfa tahsis etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla cemaat vakıflarının kuruluşu ancak padişah fermanı ile mümkün olup bu durum bu tür vakıfların çoğunlukla alelade vakıflardan farklı olarak bir vakıf senedine sahip bulunmaması anlamına gelmektedir.

13. 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi ile aynı tarihte yürürlüğe giren 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun ile 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlük tarihinden önce mevcut vakıflar için ayrı bir düzenleme yapılacağı ve bu tarihten sonra vücuda getirilecek vakıfların 743 sayılı mülga Kanun'a uygun olması gerektiği hususları düzenlenmiştir.

14. Nitekim 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu 13/6/1935 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 2672 sayılı mülga Kanun'da vakıflar iki başlık altında kategorize edilmiştir. Buna göre vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan ve Evkaf Nezareti tarafından yönetilen vakıflar mazbut vakıflar olarak adlandırılırken vakfiyesine göre mütevellisi (yöneticisi) belirlenebilen vakıflar da mülhak vakıflar olarak adlandırılmıştır. Öte yandan 2762 sayılı mülga Kanun'da cemaat vakıflarının tamamı mülhak vakıflar statüsünde kabul edilmiştir.

2. 1936 Beyannamesi

15. 2762 sayılı mülga Kanun'un 44. maddesinde vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile vakıflar idaresine bildirilmesi gerektiği düzenlenmiştir. Uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bu bildirimler vakfın amacını, sahip olduğu taşınmazları, gelirlerini ve vakfı idare edenlerin kimlik bilgilerini içermektedir.

16. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdiği beyannamelerin vakıf senedi bulunmayan vakıflar yönünden vakıf senedi olarak kabulü gerektiğini kabul etmiş ve vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri sonucuna varmıştır. Benzer bir yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları).

3. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmesi Önündeki Engellerin Kaldırılması ve Mallarının İadesi Süreci

17. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan değişiklikle vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine imkân sağlanmıştır. Bu kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanun’la yapılan düzenleme ile Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.

18. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 80. maddesi ile 2762 sayılı mülga Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla reddedilmiştir.

19. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 1936 beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan, nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmeleri hükme bağlanmıştır.

20. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddesinin birinci fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine imkân tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınmış, cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği düzenlenmiştir.

B. Başvurucunun 24 Temmuz 1924 Tarihli Lozan Barış Antlaşması'ndaki Yeri

21. Lozan Barış Antlaşması'nın 17. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti, Mısır ve Sudan üzerindeki tüm hukuk ve senetlerinden 5/10/1914 tarihinden itibaren vazgeçmiştir.

22. 30/1/1923 tarihinde mübadele sözleşmesi uyarınca oluşturulan Türk ve Yunan Ehalisi Muhtelit Mübadele Komisyonunun tarafsız üyeleri tarafından 6 Teşrinievvel 1934 tarihli karma komisyon kararında başvurucunun hukuki durumu ele alınmıştır. Söz konusu kararda başvurucunun Muhtelit Mübadele Komisyonunun (Mübadele Komisyonu) 27/12/1927 tarihli kararında belirtildiği üzere Lozan Barış Antlaşması'nın mübadele hükümlerine tabi olmadığı tespiti yapılmıştır. Bunagöre başvurucu, Mısır tabiiyetini kazandığından Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadeleye ilişkin hükümlerden başvurucunun etkilenmesi söz konusu değildir.

C. Başvuruya Konu İdari ve Yargısal Süreç

23. Tur-u Sina Manastırı vekili tarafından 11/3/1936 tarihinde idareye 1936 Beyannamesi verilmiştir. Söz konusu beyannamede vakfın adı Tur-u Sina Büyük Manastırına Tabi Aya Yani Kilisesi ve Manastırı olarak yer almıştır.

24. Vakıflar Genel Müdürlüğü İdare Meclisi (Vakıflar İdaresi) 6/6/1977 tarihinde Aya Yani Kilisesi ve Manastırı Vakfının mazbut vakıflar arasına alınmasına karar vermiştir. Anılan karar; Tur-u Sina Manastırına bağlı İstanbul Balat'ta kâin Aya Yani Kilisesi ve Manastırının teftişi sonucunda 1936 Beyannamesi'nde yer alan Vakfa ait kilise dışındaki taşınmazların hazine adına tescil edildiği, manastırın çevresinde Mısır soylu Ortodoks vatandaşlarımızın bulunmadığı, kilisedeki tek faaliyetin yetkisi olmadığı hâlde Fener Rum Patrikhanesi tarafından görevlendirilen bir din adamının yılda bir kez yaptığı ayinden ibaret olduğu ve kilisenin bakımsız harap vaziyette bulunduğu saptamasını içermektedir. Vakıflar İdaresi, teftiş sonucu düzenlenen bu raporu esas alarak Vakfı mazbut vakıflar arasına almıştır.

25. Başvurucu 21/3/2012 tarihinde idareye yapılan başvuru ile anılan Vakfın mazbut hâlinin sona erdirilerek yönetiminin tekrar cemaatlerine bırakılmasını talep etmiştir. Başvurucu ayrıca 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi uyarınca bu Vakfa ait olduğunu belirttiği taşınmazın cemaatten oluşturulacak Vakıf yönetimine iade edilmesi talebini iletmiştir.

26. İdare yapılan başvuruya cevap vermemek suretiyle başvuruyu zımnen reddetmiştir.

27. Başvurucu, bu işleme karşı 22/6/2012 tarihinde İstanbul 5. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır.

28. Mahkeme 11/12/2013 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararda Aya Yani Kilisesinin1936 Beyannamesi ile tüzel kişilik kazandığı ve 1977 yılında da mazbut vakıflar arasına alındığı tespitine yer verilmiştir. Mahkeme, Tur-u Sina Manastırı vekili tarafından sunulan beyannamenin geçerliliği yönünden beyannameyi sunan vekilin bu hususta yetkili olup olmadığının idare tarafından değil bu kişinin yetkisi bulunmadığını ileri süren başvurucu tarafından ispat edilmesi gerektiğine, başvurucunun kendisine verilen süreye rağmen bu hususta herhangi bir belge ve bilgi sunmadığına işaret etmiştir. Mahkemeye göre bu husus başvurucu tarafından ispat edilmediğinden 1936 Beyannamesi'yle Vakıf, tüzel kişilik kazanmış olup sonrasında Vakfa on yıl süre ile yönetici atanmadığından mazbut vakıflar arasına alınması işleminde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

29. Başvurucu 14/2/2014 tarihinde kararı temyiz etmiştir.

30. Danıştay Onuncu Dairesi 6/5/2019 tarihinde temyiz talebini reddederek mahkeme kararını onamıştır.

31. Başvurucu 6/9/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. İlgili Mevzuat

32. 743 sayılı mülga Kanun'un ilgili beyannamenin idareye verildiği tarihte yürürlükte bulunan Vakfın kuruluşuna ilişkin 74. maddesi şöyledir:

"Tesis, resmi bir senetle yahut vasiyet tarikı ile vücut bulur. Tesisin mahkeme siciline kaydı, tesis senedi müeddasına ve tesisi teftiş kendisine ait olan makamın talimatına göre icra olunur. Bu kayıt tesisi idare edeceklerin isimlerini gösterir.''

33. 864 sayılı mülga Kanun’un 8. maddesi şöyledir:

"Kanunu Medeninin meriyete vaz`ından mukaddem vücude getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.

Kanunu Medeninin meriyete vaz`ından sonra vücude getirilecek tesisler, Kanunu Medeni ahkamına tabidir."

34. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ilgili kısmı, kabul edildiği şekliyle şöyledir:

"4 birinci teşrin 1926 tarihinden önce vücud bulmuş vakıflardan

A - Bu kanundan önce zaptedilmiş bulunan vakıflar,

B - Bu kanundan önce idaresi zaptedilmiş olan vakıflar,

C - Mütevelliliği bir makama şartedilmiş olan vakıflar,

Ç - Kanunen veya filen hayrî bir hizmeti kalmamış olan vakıflar,

D - Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerinden başkalarına şartedilmiş vakıflar,

Vakıflar umum müdürlüğünce idare olunur. Bunların hepsine birden (Mazbut vakıflar) denir.

..."

35. 2762 sayılı mülga Kanun'un 4778 sayılı Kanun'un 3. maddesi ile değiştirilen 1. maddesinin altıncı fıkrası şöyledir:

"Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler."

36. 2762 sayılı mülga Kanun'un 36. maddesi şöyledir:

" Müddeti içinde kısmen veya tamamen kütüğe kaydettirilmeyen vakıflar mazbut vakıflar arasına alınır.

37. 2762 sayılı mülga Kanun’un 44. maddesi şöyledir:

"Bu kanunun neşri tarihinden en az on beş yıl evvelinden beri vakıf olarak tasarruf edildikleri vergi kayıtları icar kontratları ve eşhası hükmiyenin gayri menkule tasarruflarına dair olan 16 Şubat 1328 tarihli kanunun neşrinden sonra tapuya verilmiş defterler ve müesseselerin hesap defterleri ve buna benzer vesikalarla anlaşılacak olan yerler o suretle vakıf kütüğüne kaydolunurlar. Bu kayıt vakıflar idaresinin istemesi üzerine tapuca o gayri menkullerin kayıtlarına işaret ve keyfiyet münasip vasıtalarla ilan olunur. İlan tarihinden itibaren iki yıl içinde dava yolu ile bir güna itiraz olunmadığı takdirde o malların vakıf olarak kati tescilleri yapılır,ve tapuları verilir. Tapu kayıtlarına işaret edilecek gayri menkullere ait davalarda vakıflar idaresi ve varsa mütevelli de birlikte hasım olur.

Bundan başka, vakıflar idaresinin 1515 sayılı kanun hükümlerinden istifade hakkı mahfuzdur."

38. 2762 sayılı mülga Kanun’un geçici 1. maddesi şöyledir:

"A - Şimdiye kadar vakıflar idaresine hesap vermemiş olan bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu kanunun hükümleri yürümeğe başladığı günden itibaren üç ay içinde idare ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararına müsteniden ve hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tanzimine ve mensup oldukları vakıflar dairesine vermeğe mecburdurlar.

B - Yukarki fıkra mucibince beyanname vermiş olan mütevellilere bir makbuz ilmühaberi verilir. Bu ilmühaberi hamil olan kimseler bu kanun dairesinde vakıflarının idaresine devam ederler.

C - Birinci fıkrada yazılı müddet içinde beyanname vermemiş olanlar vakıflarında tasarruf edemezler. Gecikme haklı bir sebebe müstenit değilse veya verdikleri beyanname hakikate uygun bulunmazsa mütevellilikten derhal azlolunurlar.

Ç - Vakıflar idaresine verilecek beyannamelerin verildikleri tarihten itibaren, altı ay içinde tetkik ve tasdiki mecburidir. Bu müddet içinde tasdik edilmediği takdirde yalnız mukannen masraflar tasdik edilmiş sayılır.

D - Beyannameler muhteviyatının vesika ve teamüllere müstenit olması ve bu vesika veya teamüllerin bu kanunun neşrinden evvel mevcut ve merî`i bulunması şarttır.

E - Bu kanun hükümleri yürümeğe başladığı zaman mevcut olan ferilerden gayri mütevellilerle Vakıflar Umum Müdürlüğünce mütevellisi olmadığından veya mütevellisi mevcut olduğu halde vakfı bizzat idare edemediklerinden dolayı idare kendilerine tevdi edilmiş olan kaymakamlar şimdiye kadar olduğu gibi vakıfları idareye devam ederler. Azil veya her hangi bir suretle inhilal vukuunda bu kanun hükümleri tatbik olunur."

39. 2762 sayılı mülga Kanun'a 19/7/2003 tarihli ve 4928 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile eklenen geçici 2. madde şöyledir:

"Cemaat vakıfları, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde 1 inci maddenin yedinci fıkrası uyarınca tescil başvurusunda bulunabilirler."

40. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri ve Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları Hakkında Yönetmelik 4/10/2002 tarihli ve 24896 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmelik doğrultusunda Genel Müdürlük tarafından kabul edilen 11/10/2002 tarihli ve 2002/3 sayılı Genelge'nin ekinde gayrimüslim cemaatlere ait yüz altmış vakıflık bir liste bulunmaktadır. Başvuruya konu Vakıf ise bu listede yer almamaktadır. Bu vakıflar, Genelge'nin 2. maddesinde şu şekilde açıklanmıştır:

''... vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış Türkiye'deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfların...''

41. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

1936 Beyannamesi: Cemaat vakıflarının 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince verdikleri beyannameyi,

Mazbut vakıf: Bu Kanun uyarınca Genel Müdürlükçe yönetilecek ve temsil edilecek vakıflar ile mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin yürürlük tarihinden önce kurulmuş ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince Vakıflar Genel Müdürlüğünce yönetilen vakıfları,

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

42. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır."

43. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."

2. Yargıtay Kararı

44. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"16 Şubat 1328(1912) tarihli 'Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayri Menkuleye Tasarrufu' hakkındaki kanuna göre, önce Hükümet ve Belediye daireleri, sonra özel kanunları gereğince dernekler ve daha sonra Hükümetçe sözleşme ve şartname ya da tüzükleri uyarınca Türk Ticaret ve Sanat ve İnşaat şirketleri taşınmaz mal edinebilirler. Aynı Kanununun geçici fıkrasında ise; Türk hayır kurumları tarafından şimdiye kadar 'nam-ı müstear' ile köy ve ilçelerde tasarruf oluna gelen taşınmazların bu kanunun yayımından başlayarak 6 ay içinde başvurmaları halinde, kurumları adına kaydın düzeltileceği, böylece tapuya başvurmayan veya davayı gerektiren bir hal almasına rağmen davaya konu yapılmayan yerlerin bundan sonra kurumlara ait olduğu yolundaki iddiaların dinlenmeyeceği öngörülmüştür.

Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişilerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. Çünkü; tüzel kişiler gerçek kişilere oranla daha güçlü oldukları için, bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, devletin çeşitli tehlikelere karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. İşte bu görüşten hareket edilerek 2644 sayılı Tapu Kanununun 35. maddesi ile kanuni hükümler yerinde kalmak ve karşılıklı olmak şartıyla yabancı gerçek kişilerin Türkiye'de satın alma veya miras yolu ile taşınmaz edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, tüzel kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır. Esasen Osmanlı İmparatorluğu devrinde de 7 sefer 1284 tarihli kanunla yabancı gerçek kişilere Türkiye'de taşınmaz mal edinme hakkı verilmişken, 1328 tarihli Kanunla yabancı tüzel kişiler bundan ayrık tutulmuşlardır.

Lozan Antlaşmasına bağlı 'ikamet ve selâhiyeti adliyeye' sözleşmesinin birinci maddesiyle Türkiye'deki yabancı tüzel kişilere tam bir muameleyi mütekabile uygulanması şartı öngörülmüş ve bu sebeple de 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 5. maddesiyle 'mevcudiyetleri Türkiye Cumhuriyeti Hükümetince tanınmış olan yabancılara ait dini, ilmi ve hayri müesseselerin fermanlara ve Hükümet kararlarına müsteniden sahiplendikleri gayrimenkullerin bu belgelerin dışına çıkmamak ve hükümetin izni alınmak şartıyla müesseselerin hükmi şahısları namına tescil olunacağı' hükmü konulmak suretiyle kazanılmış haklar korunmuştur.

5404 sayılı Kanunla değiştirilen Vakıflar Kanununun 1. maddesinin son fıkrasında, cemaatlerin ve esnafa ait vakıfların kendileri tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetileceği öngörülmüş, böylece bunlar, tüzel kişiliklerine dokunulmamak üzere statüye bağlanmıştır. Vakıflar Kanununun 44. maddesinde, '6 Şubat 1328 tarihli Kanunun yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş defterleri ve buna benzer belgelerle anlaşılacak olan yerlerin o yolda vakıflar kütüğüne geçeceği' hükmü yer almıştır. Bu suretle, vakıf niteliği kazanan cemaatlere ait hayri, ilmi, bedii amaçlar güden kuruluşların düzenlenmiş vakıfnameleri bulunmadığı için az önce belirtilen 44. madde gereğince bunların süresinde verdikleri beyannamelerinin (vakıfname) olarak kabulü zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Nasıl ki, vakıfnamede mal edinme için açıklık olmayan hallerde vakıf tüzel kişiliği mal edinemez ise, beyannamelerinde bağış kabul edebilecekleri yolunda açıklık olamayan hayır kurumları da gerek doğrudan doğruya, gerekse vasiyet yolu ile taşınmaz iktisap edemezler. Çünkü, vasiyeti kabul, yararına vasiyet yapılana bir haktır. Vakıf (vakfeden) vakıfnamesindeki izin vermedikçe onun iradesi dışına çıkılıp mal kabul olunamaz...''

B. Uluslararası Hukuk

45. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

46. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre mülkiyet hakkını güvence altına alan Sözleşme'nin anılan maddesinin ilk ve en önemli koşulu, kamu makamları tarafından mülkiyet hakkına yapılan herhangi bir müdahalenin hukuka dayalı olması gerekliliğidir (Iatridis/Yunanistan [BD], B. No: 31107/96, 25/3/1999, § 58). Bu maddenin birinci paragrafının ikinci cümlesi, devletlere yalnızca hukukun öngördüğü koşullar dâhilinde mülkiyetten yoksun bırakma yetkisi vermiş; ikinci paragrafı ise devletlere ancak hukuk kuralları uygulanarak mülkiyeti kamu yararına kontrol etme yetkisi tanımıştır. AİHM, hukuka dayalı olma ilkesini yalnızca bu maddede yer alan hükümlerden çıkarmamaktadır. Kararlarda sıklıkla demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesinin Sözleşme’nin bütün maddeleri için geçerli olduğu ifade edilmektedir (Iatridis/Yunanistan, § 58).

47. AİHM'e göre hukukilik ilkesi, müdahalenin ilk olarak iç hukukta bir temelinin olması gerektiği anlamına gelmektedir (Shchokin/Ukrayna, B. No: 23759/03, 37943/06, 14/10/2010, § 51). AİHM, Sözleşme’de geçen hukuk ya da hukuka aykırı terimlerine sadece iç hukuka atıfta bulunmakla kalmayıp aynı zamanda bu terimlerin hukukun üstünlüğü ile ilgili olduğunu belirtmektedir. Buna göre uygulanan iç hukuktaki düzenlemelerin hukukun üstünlüğü ilkesiyle de uyumlu olması gerektiği ifade edilmektedir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, § 67). Hukuka dayalı olma ilkesi ayrıca iç hukukta uygulanan kanun hükümlerinin yeterli derecede erişilebilir, belirli ve öngörülebilir olmasını da içermektedir (Beyeler/İtalya [BD], B. No: 33202/96, 5/1/2000, § 109; Hentrich/Fransa, B. No: 13616/88, 22/9/1994, § 42; Spaček, s.r.o./Çek Cumhuriyeti, B. No: 26449/95, 9/11/1999, §§ 56-61).

48. Lozan Barış Antlaşması'nın 17. maddesi şöyledir:

"Türkiyenin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün hukuk ve müstenidatnıdan feragatinin hükmü 5 teşrinisani 1914 tarihinden muteberdir.''

49. Lozan Barış Antlaşması'nın 19. maddesi şöyledir:

"Mısır Devletinin tanınmasından mütevellit mesail, alâkadar Devletler arasında tayin edilecek şerait dairesinde muahharen takarrür edecek ahkâm ile helledilecek ve Türkiyeden ayırılan araziye müteallik olan Muahedename ahkâmı Mısır Devletine tatbik edilmeyecektir.''

V. İNCELEME VE GEREKÇE

50. Anayasa Mahkemesinin 14/12/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

51. Başvurucu, yargılamanın makul süre içinde tamamlanmamasından yakınmaktadır.

52. Makul sürede yargılanma hakkı kapsamında incelenen, açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

53. Anayasa'nın 36. ve 141. maddeleri bağlamında medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerektiğine dair temel ilkeler Anayasa Mahkemesince daha önce incelenmiş ve bu konuda karar verilmiştir (Selahattin Akyıl, B. No.: 2012/1198, 7/11/2013). Başvuru konusu olayda bu ilkelerden ayrılmayı gerektiren bir husus bulunmamaktadır.

54. Somut olayda 21/3/2012 tarihinde idareye yapılan başvuru ile başlayan yargılama sürecinin Danıştay tarafından hükmün temyiz isteminin reddedildiği 6/5/2019 tarihinde sona erdiği anlaşılmıştır. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 7 yıl 1 aylık yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

55. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

56. Başvurucu Vakıf, Osmanlı Dönemin'nde imparatorluk sınırları içinde faaliyette bulunan bir vakıf iken Mısır'ın imparatorluktan ayrılması ile Mısır'ın egemenliğindeki bir vakfa dönüştüğünü ve bireysel başvuruya konu Aya Yani Kilisesi ve Manastırının ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olmayıp kendisinin Fener Rum Patrikhanesi nezdindeki temsilcisi olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucuya göre Lozan Barış Antlaşması'nda özel bir rejime tabi olduğu kabul edildiğinden kilise binası ve arazisinden oluşan mal varlığı da kendisine aittir. Başvurucu, kendisine ait bir mal varlığı olup ayrı bir tüzel kişiliği bulunmadığından vakıf statüsünde olduğu kabul edilemeyecek kilise ve manastırın mazbut vakıflar arasına alınmasının mümkün olmadığı görüşündedir. Başvurucu, iade isteğinin Vakıflar İdaresince reddedilip bu işleme yönelik iptal davasının aleyhe sonuçlandığından kilise ve arazisinden oluşan mal varlığından mahrum kaldığını belirterek mülkiyet hakkının ve bu taşınmazların niteliği dikkate alındığında inanç özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

57. Bakanlık görüşünde mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası yönünden şu hususlara yer verilmiştir:

i. Şikâyet edilen süreç Aya Yani Kilisesi ve Manastırı Vakfının 1977 yılında mazbut vakıflar arasına alınmasıyla sona ermiş olup şikâyet Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi içinde değildir.

ii. Başvurucunun anılan taşınmazların tapusunun iptali ve tescili talebiyle açtığı bir dava bulunmadığından başvuru yolları tüketilmemiştir.

iii. Başvurucu temsilcisi tarafından başvuruya konu kilise ve arazisine ilişkin sunulan beyanname uyarınca Vakıf ayrı bir tüzel kişilik kazanmış olup başvurucunun maliki olmadığı bir taşınmaz nedeniyle herhangi bir mağduriyeti oluşmayacağından kişi yönünden kabul edilemezlik kararı verilmesi gerekmektedir.

iv. Başvurucunun maliki olmadığı bir taşınmaza ilişkin olarak mülk ya da mülke ulaşma yönünde meşru bir beklentisi söz konusu değildir.

58. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı sunduğu beyanında kendisine bağlı olan bir mal varlığının vakıf statüsüne alınmasının yok hükmünde olduğunu, ihlalin devam ediyor olması nedeniyle zaman bakımından yetkisizliğin söz konusu olmadığını ve mazbut vakıflar arasına alınması sonucu kilise yönetiminin idareye geçmesi nedeniyle de mağdur sıfatının bulunduğunu savunmuştur.

2. Değerlendirme

59. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde esas alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

60. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013 § 16). Başvurucu, mazbut vakıflar altına alınması nedeniyle üzerinde tasarruf hakkından mahrum kaldığı taşınmaz üzerindeki yapının niteliği nedeniyle din hürriyetini ihlal ettiğini iddia etmişse de başvurucunun bu yöndeki şikâyetinin özü dinî inanca veya dinin gereklerine yönelik bir engellemeye veya başkaca bir müdahaleye ilişkin olmadığından başvurunun bir bütün olarak mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

i. Kişi Bakımından Yetki

61. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un "Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar" kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesi şöyledir:

"(1) Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

 (2) ... Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir."

62. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) "Başvurucunun temsili" kenar başlıklı 61. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"Bireyselbaşvuru,bizzatbaşvurucu,kanunitemsilcisiyadaavukatıtarafından yapılabilir. Avukat veya kanuni temsilci aracılığıyla yapılan başvurularda temsile dair yetki belgesinin sunulması zorunludur."

63. 6216 sayılı Kanun’un 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

64. Buna göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bunlar, başvuruya konu edilen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden başvurucunun güncel bir hakkı nedeniyle kişisel olarak ve doğrudan etkilenmesidir. Bu çerçevede ortaya çıkan sonuç nedeniyle başvurucunun mağdur olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).

65. Kural olarak yabancılık unsuru taşıyan gerçek veya tüzel kişiler de bu iddiaları bakımından bireysel başvuru anlamında kişi bakımından yetki kapsamında görülmektedir. Öte yandan başka bir ülkede kurulu olduğu ve ülke sınırları içinde herhangi bir şubesinin de bulunmadığını ileri süren başvurucu yönünden mal varlığının devrine de yol açacak şekilde 1936 Beyannamesi'ne dayalı olarak kurulduğu kabul edilen cemaat vakfının mazbut vakıflar arasına alınmasının kişisel, güncel ve doğrudan bir etkiye yol açtığı kabul edilmelidir.

ii. Zaman Bakımından Yetki

66. Başvurunun niteliği dikkate alındığında zaman bakımından yetki meselesinin de tartışılması gerekmektedir.

67. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ve 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

68. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

69. Somut olayda mazbut vakıflar arasına alma işlemi 6/6/1977 tarihinde gerçekleşmiş ise de anılan işlem sonucunda vakıf olarak kabul edilen topluluğun yalnızca yönetiminin idareye geçtiği dikkate alınmalıdır. Öte yandan mazbut vakıflar arasına alma işleminin niteliği ve mülkiyeti doğrudan sona erdirici bir etkisinin bulunmaması nedeniyle mal varlığı üzerindeki yönetim hakkını sınırlayan ve etkisi devam edegelen bu işlemin kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığı da önem arz etmektedir. Şöyle ki mazbut vakıflar arasına alma işlemi idari bir işlem olup idari işlemlerin kanuni bir dayanağının varlığı esastır. Bu itibarla idari işlemin kanuni dayanağından söz edilemeyeceği hâllerde bu işleme bağlanan sonuçlar idare hukuku anlamında iptal edilene kadar varlığını şeklen sürdürecek ise de kanunun vermediği bir yetki ile ihdas edilen yeni durumun Anayasa tarafından korunması Anayasa'da güvence altına alınmış bütün hak ve ilkelerde mündemiç olan hukuk devleti ilkesine aykırı düşecektir. Nitekim başvurucunun 22/6/2012 tarihinde açmış olduğu davada Mahkeme davayı süreden reddetmemiş ancak mazbut vakıflar arasına alınma şartlarının gerçekleştiği gerekçesiyle esasa ilişkin bir ret kararı vermiştir. Dolayısıyla mevcut başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kalmaktadır.

iii. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

70. Bakanlık, başvurucunun anılan taşınmazların tapusunun iptali ve tescili talebiyle açtığı bir dava bulunmadığından başvuru yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.

71. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

72. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir bir niteliği sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olmalıdır. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi bulunan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

73. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28) ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

74. Somut olayda başvurucu, Vakıflar İdaresinin 6/6/1977 tarihli mazbut vakıflar arasına alma kararının iptalini idari yargıda talep etmiş olup anılan işlem iptal edilmeden bireysel başvuruya konu mal varlığının başvurucu adına tapuya tescili mümkün değildir. Öte yandan Bakanlığın tüketilmesi gereken bir yol olduğunu ileri sürdüğü tapu iptali ve tescili davasında mal varlığının mazbut vakıflar arasında bulunması nedeniyle davalı tarafta yine Vakıflar Genel Müdürlüğü yer alacak olup aynı idarenin mevcut davaya taraf olduğu, savunmalarında da davanın reddi gerektiğini ileri sürdüğü gözden uzak tutulmamalıdır. Başvurucunun ayrı bir tapu iptali ve tescil davasında Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davadaki savunmalarından farklı bir sonuca ulaşacağını düşünmek için elde bir veri bulunmamaktadır.

75. Bu itibarla başvurucunun talebinin esasının karara bağlandığı da gözetildiğinde başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.

76. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün varlığı

77. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaatinin olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

78. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ile fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

79. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, § 51).

80. Somut olayda Osmanlı Dönemi'nde devletin sınırları içinde bulunan Mısır'da faaliyet gösteren, başvurucuya bağlı bir kilise ve arazisinden ibaret olduğu ileri sürülen Aya Yani Kilisesi ve Manastırını oluşturan taşınmazın Anayasa'nın 35. maddesi kapsamında mülk teşkil ettiği tartışmasızdır. Mülkün varlığı ile ilgili diğer meselelerin ise başvurunun esası ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

81. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınan mülkiyet hakkı, kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, onun üzerinde tasarruf etme ve ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

82. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

83. Somut olayda Tur-u Sina Manastırına bağlı İstanbul Balat'ta kâin Aya Yani Kilisesi ve Manastırı, Vakıflar İdaresinin 6/6/1977 tarihli kararı ile mazbut vakıflar arasına alınmıştır. Mazbut vakıflar, Vakıflar İdaresi tarafından yönetilen ve temsil edilen vakıflardır. Bu vakıfların 2762 sayılı mülga Kanun'un 6. ve 5737 sayılı Kanun'un 5. maddeleri uyarınca ayrı bir tüzel kişiliği olup vakıf malları da özel hukuka tabidir. Bu itibarla başvurucunun mazbut vakıflar arasına alınması nedeniyle kilise ve manastırdan ibaret taşınmaz üzerindeki tasarrufu engellenmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki vakfın idare edilmesinin vakfın malları ve gelirleri üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi tanıması bakımından taşıdığı önem de kuşkusuzdur (Emine Görgülü, B. No: 2014/5871, 6/7/2017, § 48). Söz konusu müdahale ile Vakfın tüzel kişiliği sona ermediği gibi tapudaki mülkiyet durumuna ilişkin bir değişiklik de söz konusu olmadığından müdahalenin mülkten yoksun bırakma niteliğinde olduğu söylenemez. Öte yandan müdahalenin mülkiyetin kamu yararına kontrolü veya düzenlenmesi gibi bir amacı da bulunmamaktadır. Bu sebeple başvurunun mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesine ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

84. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

85. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de gözönünde bulundurulmalıdır. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Genel İlkeler

86. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

87. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen, hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60).

88. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Mülkiyet hakkına müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

89. Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği ölçüde hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Bu bağlamda müdahalenin kanuna dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

90. Hukuki güvenlik ve hukuki belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; E.2014/183, K.2015/122, 30/12/2015, § 5). Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; E.2010/80, K.2011/178, 29/12/2011).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

91. Başvurucu, kendisine ait bir taşınmazın başlı başına vakıf statüsünde kabul edilerek öncelikle bütün cemaat vakıfları gibi mülhak vakıflar, sonrasında da amacını gerçekleştirecek bir cemaati bulunmadığından mazbut vakıflar arasına alınarak Vakıflar İdaresince yönetilmesinden şikâyet etmiştir. Bu durumda şikâyete konu taşınmazın vakıf statüsünde bulunup bulunmadığı, vakıf statüsünde bulunuyor ise bu statüyü kazanması ve sonrasında mazbut vakıflar arasına alınmasının kanuni bir dayanağının varlığı önemarz etmektedir.

92. Bireysel başvuru kapsamında ilgili kanun hükümlerinin yorumlanması ve buna dayalı olarak delillerin değerlendirilmesi kural olarak derece mahkemelerinin görevidir. Anayasa Mahkemesinin hukuk kurallarının yorumuna veya delillerin değerlendirilmesine ilişkin görevi açık bir keyfîlik veya bariz takdir hatası durumları ile sınırlıdır. Bununla birlikte bireysel başvuruya konu mal varlığının Vakıflar İdaresi tarafından yönetilebilmesi için mazbut vakıflar arasına alınma işleminin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen güvencelere uygun olarak öncelikle şeklî anlamda kanuni bir dayanağının olması zorunludur.

93. Somut olayda ilk derece mahkemesi davayı reddederken başvurucunun vekili tarafından sunulan beyannamenin geçerliliği yönünden beyannameyi sunan vekilin bu hususta yetkili olup olmadığının idare tarafından değil bu kişinin yetkisi bulunmadığını ileri süren başvurucu tarafından ispat edilmesi gerektiğini, başvurucunun kendisine verilen süreye rağmen bu hususta herhangi bir belge ve bilgi sunmadığını belirtmiştir. Ancak olayda çözüme kavuşturulması gereken öncelikli mesele, beyannamenin vekâleten verilmesinde yetki olup olmadığı değil bu beyannamenin içeriği ve hukuki niteliğinin tespitidir. Zaten başvurucu da beyannameyi veren vekilin yetkisinedeğil beyanname ile yeni bir vakıf kurulduğu kabul edilerek mazbut vakıflar arasına alınmasından yakınmaktadır. Diğer bir deyişle beyannamenin verilmesinde vekil ile asıl arasında bir yetkilendirme meselesi olduğuna dair bir şikâyeti bulunmayan başvurucu, bu beyannamenin hukuki niteliği itibarıyla yeni bir vakıf kurma iradesiyle verilmediğini öne sürmüştür. Buna rağmen Mahkeme söz konusu hususun başvurucu tarafından ispat edilmediğini belirterek 1936 Beyannamesi ile vakfın tüzel kişilik kazandığını kabul etmiştir.

94. Bireysel başvuruya konu mal topluluğuna ilişkin ilk resmî işlem başvurucu Vakfın temsilcisi tarafından 11/3/1936 tarihinde verilen 1936 Beyannamesi'dir. Beyannamenin içeriğinden, beyanda bulunan temsilcinin uyuşmazlık konusu taşınmazın müstakil bir vakıf olmayıp başvurucuya ait bir mal olduğu yönünden ihtirazi kayıt koyduğu anlaşılmıştır.

95. Yukarıda açıklandığı üzere cemaat vakıflarının esas olarak kuruluşuna ilişkin bir vakfiyesi bulunmamaktadır. Bununla birlikte 2762 sayılı Kanun'un 44. maddesi uyarınca bu vakıf yöneticileri tarafından idareye verilen ve uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bildirimler yargısal kararlar ile vakfiye (vakıf senedi) olarak kabul edilmiş ve cemaat vakıfları buna bağlı olarak tüzel kişilik kazanmıştır. Beyannameler esas olarak vakfın amacını, vakfın sahip olduğu taşınmazları, gelirlerini ve vakfı idare edenlerin kimlik bilgilerini içermekte olup bir vakıf kurulmasına ilişkin bir irade açıklaması içermemektedir. Türkiye Cumhuriyeti içinde faaliyette bulunan vakıflar yönünden bu beyannamelerin vakfiye olarak kabul edilmesiyle vakıfların tüzel kişilik kazanması ve böylece hak sahibi olması gibi olumlu kazanımlar sağlanmıştır. Ancak somut olaydaki gibi Osmanlı Devleti'nin dağılmasıyla ülke sınırları dışında kalan vakıflar bakımından bu vakıflara ait mal varlıklarının aynı gerekçe ile müstakil vakıf olarak kabulü bu vakıfların sahip olduğu mal varlığı üzerinde olumsuz etkiler doğurmuştur.

96. 1936 beyannamelerinin idareye verildiği tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı mülga Kanun'un 74. maddesinde vakıfların kuruluş usulü düzenlenmiştir. Buna göre vakıf ancak resmî bir senet ile ve mahkemenin tescili sonrasında vücuda gelebilecek olup somut olaya ilişkin 1936 Beyannamesi'nin şartları karşıladığı söylenemez. 1936 beyannamelerinin vakıf senedi olarak kabulü ile bu beyannameleri ibraz eden mütevellilerin temsil ettiklerini iddia ettikleri vakıfların tüzel kişilik kazandıklarının kabulü her ne kadar o tarihte yürürlükte bulunan mevzuata aykırı ise de anılan vakıfların lehine bir uygulamadır. Ancak somut olayda temsilci tarafından sunulan 1936 Beyannamesi'nin içeriğinden Aya Yani Kilisesi ve Manastırı adıyla anılan yeni bir vakıf kurulması yönünde bir iradenin varlığını ileri sürmek mümkün gözükmemektedir. Hâl böyle iken 1936 yılından önce vakıf niteliğine sahip olmayan bir mal topluluğu sırf 1936 Beyannamesi'nin ibraz edilmesi nedeniyle bağımsız bir vakıf olarak kabul edilmiş; buna bağlı olarak önce mülhak vakıflar arasına, sonrasında da mazbut vakıflar arasına alınarak malikin mal varlığı üzerindeki tasarruf yetkisi kısıtlanmıştır.

97. Öte yandan 1936 beyannamelerinin vakıfname olarak kabulü Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli kararı sonrasında gerçekleşmiştir. Yeni bir vakıf kurulması amacını taşımayan, mevcut vakıfların mal varlığı, yöneticileri ve vakfın amacının tespitini amaçlayan bir beyanın 38 yıl sonra ortaya çıkan bir içtihada dayalı olarak başvurucuya ait bir hakkın sınırlamasında kullanılması da başvurucu yönünden öngörülebilir değildir.

98. Başvurucu, yargılamanın her aşamasında ve bireysel başvuru kapsamında Osmanlı Dönemi'nde devletin sınırları içinde bulunan Mısır'da faaliyet sürdürdüğünü ileri sürmüştür. Başvurucu, bu bağlamda Lozan Barış Antlaşması'na dayanılarak yapılan görüşmeler sonucunda Lozan Barış Antlaşması'nın mübadeleye ilişkin hükümlerine tabi olmadığının kararlaştırıldığına vurgu yapmıştır. Bu itibarla başvurucuya göre Lozan Barış Antlaşması'nın 17. maddesi uyarınca 5/10/1914 tarihinden itibaren Mısır'ın egemenliği altında olduğu tartışmasızdır.

99. Bireysel başvuruya konu kilise ve manastırdan oluşan taşınmazın İstanbul'da bulunan Mısır kökenli Ortodoksların ibadetleri ile diğer dinî vecibelerini yerine getirdikleri yerlerden olduğu bireysel başvuru dosyası kapsamından anlaşılmıştır. Başvurucu ise Mısır'ın ayrılmasıyla birlikte yabancılık unsurunu kazandığını vurgulamıştır. Başvurucunun davanın sonucuna etkili ve müdahalenin kanuni dayanağının tespiti bakımından önemli olan bu iddia ve itirazları ilk derece mahkemesince karşılanmamıştır. Danıştay Dairesince de bu hususlarda herhangi bir açıklama yapılmamıştır.

100. Somut olayda Osmanlı Devleti'nin dağılmasıyla ülke sınırları dışında kalan başvurucu Vakfa bağlı olduğu saptanan kilise ve arazisinden oluşan mal varlığı 6/6/1977 tarihli Vakıflar İdaresi kararına kadar ilgili cemaat tarafından yılda bir kez de olsa dinî ayinlerde kullanılmıştır. 6/6/1977 tarihli karar ile şikâyete konu taşınmaz mazbut vakıflar arasına alınıp yönetim idareye geçmişse de bu tür kararlar tapudaki mülkiyeti ortadan kaldırmamakta ancak malikin tasarruf yetkisini kısıtlamaktadır. Dolayısıyla somut olay bakımından önem taşıyan husus, başvurucuya tabi olduğu idare tarafından da kabul edilen kilise ve arazisinin başvurucudan bağımsız bir vakıf olarak sayılıp sayılamayacağıdır İdare ve işlemi denetleyen idari yargı mercilerinin kararlarında Aya Yani Kilisesi ve Manastırının müstakil bir vakıf olduğu ilgili ve yeterli bir gerekçe ile ortaya konamamıştır. Mahkemeler İdare tarafından sunulan 1936 Beyannamesi'nin içeriğini incelememiş; bağımsız bir vakfiyesi bulunmayan, hiçbir zaman müstakil bir vakıf olma iddiası taşımayan bir mal topluluğuna bu hususta açık bir kanun hükmü bulunmamasına rağmen vakıf statüsü verilemeyeceği yönündeki iddiayı karşılamamıştır.

101. Öte yandan 31/5/1949 tarihli 5404 sayılı Kanun ile 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenerek mütevelliliği vakfedenlerin ferilerle şart edilmiş vakıflara mülhak vakıf denileceği ifade edilmiş, cemaatlere mahsus vakıfların ise bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Nitekim 5404 sayılı Kanun'un gerekçesinde ve bu Kanun'a ilişkin TBMM İçişleri Komisyonu, Maliye Komisyonu ve Adalet Komisyonu raporlarında da getirilen düzenlemeyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinden çıkarıldığı açıkça vurgulanmıştır. Bu çerçevede 2762 sayılı mülga Kanun'un Medeni Kanun öncesi mevcut vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğünce idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına imkân kalmamıştır. Bu durumda 1936 Beyannamesi'ni vakfiye olarak kabul eden Mahkeme, başvurucuyu buna göre bir cemaat vakfı olarak görmesine rağmen nasıl mazbut vakıflar arasına alınabildiğini açıklayamamıştır. Bu kapsamda ayrıca belirtmek gerekir ki başvurucunun bir cemaat vakfının kabulü hâlinde 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesine dayalı iade talebi yönünden de mahkeme kararlarında herhangi bir gerekçe bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle mahkemelerce 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde öngörülen iade koşulları yönünden de herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır.

102. Sonuç olarak başvuru konusu olayda başvurucu; vakıf statüsüne sahip olmadığı, bu hususta bir iradesinin de bulunmadığı belirtilen bir mal topluluğunun öncelikle vakıf statüsüne alınıp buna bağlı olarak sonrasında mazbut vakıflar arasına alınarak vakfa ait mal varlığının yönetiminin idareye geçmesine imkân tanındığından yakınmıştır. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında kendisine ait taşınmazın iadesi istemi Mahkeme tarafından taşınmazın mazbut vakıflar arasına alındığı ve bu kararın geri alınamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Lozan Barış Antlaşması uyarınca Mısır tabiiyetinde bulunduğunu belirten başvurucunun İstanbul'da sahip olduğu taşınmaz üzerindeki mülkiyetinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra korunmayacağına ilişkin bir kanun hükmü gösterilememiştir. Bu durumda 1977 yılına kadar cemaati tarafından fiilen kullanıldığı bizzat idare tarafından tespit edilen kilise ve arsasından ibaret olduğu belirtilen bir taşınmazın açık bir kanun hükmüne dayanılmaksızın idarenin tek taraflı işlemiyle mazbut vakıflar arasına alınarak yönetimine el konulduğu ve iade talebinin de bu idari işleme dayalı olarak reddedildiği öne sürülen başvuruda, başvurucunun davanın sonucuna etkili, ayrı ve açık yanıt gerektiren müdahalenin kanuniliğine ilişkin iddia ve itirazları mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile yanıtlanmamıştır.

103. Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak ve hürriyet olarak düzenlenen mülkiyet hakkının en temel güvencelerinden biri olan müdahalenin kanuna dayalı olması ölçütü, bireyleri kamu makamlarının keyfî ve öngörülemez müdahalelerinden korumayı amaçlamaktadır. İdari kararın dayanağı olan 1936 Beyannamesi'nin verilmesinden uzun yıllar sonra benimsenen içtihada dayalı uygulamanın öngörülebilir olmadığı gibi başvurucunun müdahalenin kanuni dayanağına yönelik iddia ve itirazları da mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile karşılanmamıştır. Buna göre mevcut hâliyle somut olay bağlamında başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahale Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen kanunilik ölçütünü karşılamamaktadır.

104. Müdahalenin kanunilik şartını sağlamadığı tespit edildiğinden Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen diğer unsurlar olan meşru amaç ve ölçülülük kriterlerine riayet edilip edilmediğinin ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

105. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

106. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

107. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve idareye yapılan başvurunun reddine dair kararın iptaline hükmedilmesini talep etmiştir.

108. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

109. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

110. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük'ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir. (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

111. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

112. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

113. Öte yandan makul sürede yargılanma hakkına ilişkin ihlal yönünden başvurucunun tazminat talebi bulunmadığından tazminata hükmedilmesi mümkün görülmemiştir.

114. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.174,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. 1. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

2. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. İdare Mahkemesine (E.2012/1126, K.2013/2195) GÖNDERİLMESİNE,

D. 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 14/12/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.