ORTA MALLARI İÇİN KADASTRO ÖNCESİ NEDENLERE DAYALI DAVALARDA YARGI MAKAMLARI TARAFINDAN KANUNDA OLMAYAN HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE ÖNGÖRÜLMESİ
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
YAHYA ÖZAY BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2014/11141) |
|
Karar Tarihi: 22/9/2016 |
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Engin YILDIRIM |
Üyeler |
: |
Serdar ÖZGÜLDÜR |
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT |
|
|
Muammer TOPAL |
|
|
M. Emin KUZ |
Raportör |
: |
Kamil KAYA |
Başvurucu |
: |
Yahya ÖZAY |
Vekili |
: |
Av. Emine ÇANDARLI |
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, kadastro sırasında paftasında yol vasfı ile tespit dışı bırakılan taşınmaz hakkında kadastro öncesi zilyetliğe dayalı olarak açılan tescil davasının içtihat yoluyla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 7/7/2014 tarihinde Karşıyaka 1. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca 13/1/2016 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 25/3/2016 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 18/5/2016 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş 30/5/2016 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu, 2007 yılında yapılan kadastro çalışmalarında yol vasfı ile tespit dışı bırakılan dava konusu taşınmazı yirmi yıldan fazla süredir kullanmakta olduğunu, zilyetlikle kazanım koşullarının oluştuğunu ileri sürerek taşınmazın adına tapuya tescili talebiyle 17/9/2009 tarihinde (kapatılan) Hafik Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tescil davası açmıştır.
9. Mahkeme 22/9/2010 tarihli ve E.2009/105, K.2010/72 sayılı kararı ile davanın kabulüne karar vermiştir.
10. Davalıların temyizi üzerine anılan karar, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 2/12/2011 tarihli ve E.2011/1856, K.2011/6524 sayılı ilamı ile “davanın, Yargıtay ve Daire uygulamalarıyla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı ve taşınmazın tespit dışı bırakıldığı 23/5/2007 tarihinden dava tarihine kadar yirmi yıllık sürenin de geçmediği” gerekçesiyle bozulmuştur. Bozma ilamının ilgili kısmı şöyledir:
“Mahkemece, yazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de, mahkemenin bu görüşüne katılma olanağı bulunmamaktadır. Dava konusu taşınmazın bitişiğinde bulunan 152 ada 18 sayılı parsel, 23.5.2007 tarihinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında davacı Yahya Özay adına tespit ve tescil edilmiştir. Davacıya ait parselin kadastro tespiti 23.5.2007 tarihinde yapıldığına göre, dava konusu taşınmazın da aynı tarihte paftasında yol olarak bırakıldığının kabulü gerekir. Kural olarak, paftasında yol olarak ya da tespit dışı bırakılan bir taşınmaz için kadastrodan önceki zilyetlik kadastro tespitiyle kesintiye uğrayacağından kadastrodan sonra başlayacak zilyetliğe eklenmez. Kadastro tespitinin yapıldığı tarihten itibaren taşınmazın yeniden ilgilisi tarafından aralıksız, çekişmesiz malik sıfatıyla ve 20 yıllık süreyle kullanılması gerekir. Yargıtay ve Daire uygulaması gereğince kadastro tespitinin yapıldığı tarihten itibaren, iki yıl ve daha aşağı makul sayılacak bir süre içerisinde paftasında yol ya da tespit harici bırakılan taşınmaz için dava açılmış ise, kadastrodan önceki zilyetliğin hesaba katılması kabul edilmektedir. Somut olayda, dava konusu ve paftasında yol olarak bırakılan taşınmaz 23.05.2007 tarihinde paftasında yol olarak gösterilmiş, dava ise 17.09.2009 tarihinde açılmıştır. Yani paftasında yol olarak gösterildiği tarihten itibaren yaklaşık 2 yıl 4 aylık bir süre geçtikten sonra davanın açıldığı belirlenmiştir. Şu halde, paftasında yol olarak bırakılan taşınmazın 23.5.2007 tarihinden itibaren davanın açıldığı 17.09.2009 tarihine kadar 20 yıllık kazanma süresi geçmediğinden ve Dairece kabul edilen makul sayılabilecek süre de aşılmış bulunduğundan davanın bu gerekçeyle reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırıdır.”
11. Yargıtay bozma ilamına uyan Mahkeme 7/3/2012 tarihli ve E.2012/20, K.2012/41 sayılı kararı ile bozma ilamındaki gerekçelerle davanın reddine karar vermiştir.
12. Başvurucu tarafından temyiz edilen söz konusu karar, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 16/1/2013 tarihli ve E.2012/7575, K.2013/274 sayılı ilamı ile onanmıştır.
13. Başvurucunun karar düzeltme talebi, aynı Dairenin 25/2/2014 tarihli ve E.2013/20734, K.2014/3249 sayılı ilamı ile reddedilmiştir.
14. Nihai karar başvurucuya 9/6/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir.
15. Başvurucu 7/7/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
16. 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesi şöyledir:
“30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir.
Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.
Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.
Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz.
Kesinleşmemiş tutanaklar herhangi bir nedenle tapuya tescil edilmişse, iddia ve taşınmazın niteliğine bakılmaksızın, taşınmazı tescil tarihinden itibaren 20 yıl müddetle malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduranlar ile bunların akdi ve kanuni halefleri açılmış ve açılacak olan davalarda medeni kanunun tapuya itimat prensibinden yararlanırlar.”
17. 3402 sayılı Kanun’un 14. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Tapuda kayıtlı olmayan ve aynı çalışma alanı içinde bulunan ve toplam yüzölçümü sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüme kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir veya birden fazla taşınmaz mal, çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldan beri malik sıfatıyla zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık beyanlarıyla ispat eden zilyedi adına tespit edilir.”
18. 3402 sayılı Kanun’un 16. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“Kamunun ortak kullanılmasına veya bir kamu hizmetinin görülmesine ayrılan yerlerle Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sahipsiz yerlerden:
...
Yol, meydan, köprü gibi orta malları ise haritasında gösterilmekle yetinilir.”
19. 22/11/2011 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“Tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
... Mülkiyet, birinci fıkrada öngörülen koşulların gerçekleştiği anda kazanılmış olur.”
20. Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 7/9/2015 tarihli ve E.2015/11595, K.2015/9767 sayılı ilamının ilgili kısmı şöyledir:
“Mahkemece, paftasında yol olarak tespit harici bırakılan, fen bilirkişi raporunda 109 ada 1 parsel sayılı taşınmazın doğu hududunda ve kırmızı renkle gösterilen, dava konusu taşınmaza ilişkin, davacı tarafından makul süre geçtikten sonra dava açıldığı ve bu nedenle kadastro tespitinden önceki zilyetlik süresinin hesaba katılamayacağı, kadastro tespitinden sonra da davacının 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı süresini doldurmadığı gerekçesiyle hüküm kurulmuş ise de; verilen karar usul ve yasaya uygun bulunmamaktadır. Davacı, kadastro sırasında adına tespit edilen 109 ada 1 parsel sayılı taşınmazın doğusunda kalan ve hakkında tutanak düzenlenmeyerek haritasında gösterilmekle yetinilen yolun adına tescili istemiyle, kadastrodan önceki nedenlere dayanarak dava açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 36. maddesi uyarınca herkes, yargı mercileri önünde hak arama özgürlüğüne sahip olup, bu özgürlüğün en yaygın kullanılma şekli dava açma hakkıdır. Yine Anayasamızın 13. maddesi uyarınca, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir". 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12/3. maddesinde, kadastro sırasında haklarında tutanak düzenlenen taşınmazlar yönünden, kadastrodan önceki nedenlere dayanılarak dava açma hakkı 10 yıl ile sınırlanmış ise de, kadastro sırasında haklarında kadastro tutanağı düzenlenmeyen taşınmazlar yönünden kadastrodan önceki nedenlere dayanılarak dava açma hakkını sınırlayan herhangi bir yasa hükmü bulunmamaktadır. Davacı, kadastro sırasında hakkında tutanak düzenlenmeyen taşınmaz bölümü yönünden dava açtığına göre, mahkemece işin esasına girilip ... neticesine göre bir karar verilmek gerekirken, yasal olmayan gerekçeyle yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir.”
21. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 22/4/2015 tarihli ve E.2013/8-2061, K.2015/1256 sayılı ilamının ilgili kısmı şöyledir:
“3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 16. maddesi hükmüne göre; yollar, paftasında gösterilmekle yetinilir. Dava konusu taşınmaz kadastro işlemi sırasında hukuksal niteliği belirlenerek yol olması nedeniyle tespit dışı bırakılmıştır. Kadastro veya tapulama dışı bırakılma işlemi, taşınmazın geometrik durumu belirlenmediğinden bir tespit işlemi değil ise de görevlilerce bir yerin tescile tabi olmadığı saptanarak hukuksal durumunun belirlenmiş olması nedeniyle öncelikle bir kadastro veya tapulama işlemidir.
Tespit dışı bırakılan bir taşınmaz hakkında kadastro tutanağı düzenlenmediğinden paftasınındüzenlenmesi ile işlemin tamamlandığının kabulü gerekir.
Tespit dışı bırakılan yerlerle ilgili mülkiyet uyuşmazlıklarında mülkiyeti kazanma koşullarının hangi tarih esas alınarak inceleneceği ve zilyetliğin hangi tarihte başlamış sayılacağı hususlarının belirlenmesi önemli ve zorunludur.
Tespit dışı bırakılan yer hakkında komisyon veya mahkeme kararıyla bir belirleme yapılmamış ve kadastro tutanağı düzenlenmeden pafta düzenlenmesi suretiyle hukuksal durumu belirlenerektespit dışı bırakılma işlemi tamamlanmış ise paftasının düzenlendiği tarih kazanma süresinin ve koşullarının hesaplanmasında esas alınmalıdır. Paftasındayol olarak gösterilen bir yerin, tapuya tesciline karar verilebilmesi için paftanın düzenlendiği ve terk edildiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile tasarruf edilmiş olması gerekir.
Somut olayda dava konusu taşınmaz, davacı adına tespit edilen 101 ada 8 parsel sayılı taşınmaza ait kadastro tutanağına göre 25.06.2007 tarihinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında paftasında yol niteliği ile tespit dışı bırakılmıştır.
3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 7/4. maddesinegöre ” çalışma alanı sınırı içinde veya bitişiğindeki taşınmaz mallar ile dışında toplu olarak bulunan taşınmaz mallardan kadastro tutanağı düzenlenmeyen yerlerin kadastroya tabi olması yolunda iddia vaki olursa, bu Kanun gereğince tahdit ve tespiti yapılarak tutanak düzenlenir ve iddia sebepleri açıklanarak kadastro komisyonuna tevdi edilir”.
Bu maddedeki düzenlemeden de anlaşılacağı üzere, bu çeşit taşınmazlara yönelik olarak açılacak davalarda herhangi bir süre öngörülmemiştir.
O halde, Özel Daire bozma ilamında davanın makul sürede açılmadığına ilişkin belirleme isabetli olmadığından, yerel mahkemenin bu yöne değinen direnme kararı yerindedir.”
22. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30/9/2015 tarihli ve E.2014/16-102, K.2015/2026 sayılı ilamının ilgili kısmı şöyledir:
“Mahkemece, davanın tespit tarihinden sonraki 2 yıllık makul süre içerisinde açılmadığı gibi tespit tarihinden sonra 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı süresinin dolmadığı ve davanın süresinde açılmadığı gerekçesi ile davanın reddine dair verilen, davacılar vekilinin temyizi üzerineÖzel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle hüküm bozulmuş; Yerel Mahkemeceönceki gerekçelerle ilk kararda direnilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kadastro işlemleri sırasında tescil harici bırakılan yerler hakkında kadastrodan önceki hukuki nedenlere dayanarakdava açılmasını sınırlayan bir sürenin bulunup bulunmadığı noktasındatoplanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 36. maddesi uyarınca herkes, yargı mercileri önünde hak arama özgürlüğüne sahip olup, bu özgürlüğün en yaygın kullanılma şekli dava açma hakkıdır. Yine Anayasanın 13. maddesi uyarınca "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir."
Öte yandan; ayni haklar yasal kısıtlama yok ise nitelikleri gereği her zaman ve herkese karşı ileri sürülebilirler. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinde yalnızca hakkında tutanak düzenlenen taşınmazlarla ilgili olarak 10 yıllıkhak düşürücü süre belirlenmiş olup, gerek 3402 sayılı Kanunda, gerekse 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun tescil hükümlerini düzenleyen maddelerinde, hakkında tutanak düzenlenmeyen ya da tescil harici bırakılan yerler hakkında kadastro öncesi nedenlere dayanarak dava açılmasını sınırlayan bir süre düzenlenmesi bulunmamaktadır.
Nitekim,aynı ilkeler YargıtayHukuk Genel Kurulunun 22.04.2015 gün ve 2013/8-2061E.-2015/1256 K. sayılı kararında dakabul edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, kadastro çalışmalarında tespit dışı bırakılan yerler hakkında tespit öncesi zilyetlik hukuksal nedenine dayanılarak dava açılması halinde, söz konusu davanın tespit harici bırakılma tarihinden itibaren makul bir süre içerisinde açılması gerektiği, makul süreninYargıtayın yerleşik kararları ile kabul edilip uzun yıllar boyunca istikrarlı bir şekilde uygulandığı, aksi takdirde bir süre kısıtlaması olmaksızın aradan uzun yıllar geçtikten sonra açılan davalarda sağlıklı bir sonuca ulaşılamayacağı, bu nedenle makul süre uygulamasının yerinde olduğu belirtilerek direnme kararının onanması gerektiği dile getirilmiş ise de, bu görüşçoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
O halde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
23. Mahkemenin 22/9/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
24. Başvurucu, kadastro sırasında paftasında yol vasfı ile tespit dışı bırakılan taşınmaz hakkında kadastro öncesi zilyetliğe dayalı olarak tescil davası açtığını, bu tür taşınmazlarla ilgili tescil davaları için mevzuatta herhangi bir süre sınırlaması bulunmadığını, 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesine göre kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak on yıl içinde dava açılabileceğini, buna rağmen derece mahkemelerince yorum yoluyla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı gerekçesiyle davasının reddedildiğini belirterek Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı ile 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş; tazminat talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
25. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
26. Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş ise de başvurucunun şikâyetinin özü, kadastro öncesi zilyetliğe dayalı tescil davasının, yorum yoluyla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı gerekçesiyle süre yönünden reddedilmesi nedeniyle davanın esasının Mahkemece incelenmediğine ilişkindir. Bu nedenle başvurucunun iddiasının adil yargılanma hakkının güvenceleri arasında yer alan mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
27. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkinbaşvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
28. Bakanlık görüş yazısında, başvurucunun şikâyeti mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilerek Anayasa’nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkının sadece sahip olunan bir mülke ve varlığa koruma sağladığı, belli durumlarda bir malı elde etmeye yönelik meşru beklentinin de anılan maddenin güvencesinden yararlanabileceği, somut davada, tespit dışı bırakılan yerlerle ilgili açılacak davalar hakkında Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin yerleşmiş uygulamasıyla kabul edilen iki yıllık süre içinde davanın açılmaması nedeniyle tespit dışı bırakılma tarihinden önceki zilyetliğin kazanma bakımından nazara alınmadığı, yerleşmiş içtihat doğrultusunda bir uygulama söz konusu olduğundan başvurucunun malı elde etmeye yönelik meşru bir beklentisinin mevcut olmadığının değerlendirildiği ifade edilerek başvurucunun şikâyeti incelenirken bu hususların dikkate alınması gerektiği yönünde beyanda bulunulmuştur.
29. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
30. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anayasa'da adil yargılanma hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 22).
31. Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
32. Sözleşme’nin 6. maddesi mahkemeye başvurma hakkını açıkça düzenlenmemekle beraber Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından,mahkemeye başvurma hakkının hukukun temel prensibi olduğu, mahkemeye başvurma hakkı olmaksızın hakkaniyete uygun, aleni bir yargılamadan söz edilemeyeceği ve adil yargılanma hakkının içerdiği güvencelerden yararlanmanın olanaksız hâle geleceği kabul edilmektedir (Golder/Birleşik Krallık, B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 35).
33. Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).
34. AİHM, mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlâl edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, (k.k) B. No: 51307/99, 23/1/2003).
35. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/64, K.2013/142, 28/11/2013).
36. Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp sınırlandırılabilen bir haktır. Bununla birlikte getirilecek sınırlamaların hakkın özünü, zedeleyecek şekilde hakkı kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi, açık ve ölçülü olması ve başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (Serkan Acar, B. No: 2013/1613, 2/10/2013, § 38).
37. Dava açma hakkı birtakım sınırlamalara tabi tutulabileceği gibi bu hakkın kullanımı da belli kurallara bağlanabilir. Bununla birlikte bu sınırlamalar dava açmak isteyen bir kişinin mahkemeye erişim hakkının özüne zarar verecek seviyeye ulaşmamalıdır (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Edificaciones March Gallego S.A./İspanya, B. No: 28028/95, 19/2/1998, § 34; Rodríguez Valín/İspanya, B. No: 47792/99, 11/10/2001, § 22).
38. Bir mahkemeye başvuru hakkının yasal şartlara tabi tutulması kabul edilebilir olsa da mahkemeler usul kurallarını uygularken bir yandan adil yargılanma hakkını ihlal edebilecek aşırı şekilcilikten diğer yandan da yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek aşırı esneklikten kaçınmalıdırlar (Walchli/Fransa, B. No: 35787/03, 26/7/2007, § 29).
39. Usul kurallarının hukuki güvenliğin sağlanması ve yargılamanın düzgün bir şekilde yürütülmesi sonucu adaletin tecelli etmesine hizmet etmek yerine kişilerin davalarının yetkili bir mahkeme tarafından görülmesi bakımından bir çeşit engel hâline gelmesi durumunda mahkemeye erişim hakkı ihlal edilmiş olacaktır (benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Efstathiou ve diğerleri/Yunanistan, B. No: 36998/02, 27/7/2006, § 24).
40. AİHM, süre koşulu gibi dava açmaya ilişkin usul koşulları birden fazla yoruma neden olabilecek nitelikte ise mahkemeye erişim hakkı kapsamında o yorumlardan birinin davayı açmak isteyen kişileri engelleyecek şekilde katı bir şekilde kullanılmaması veya söz konusu koşulların katı bir uygulamaya tabi olmaması gerektiğini ifade etmiştir (Beles/Çek Cumhuriyeti, B. No: 47273/99, 12/11/2002, § 51; Tricard/Fransa, B. No: 40472/98, 10/7/2001, § 33).
41. Dava açma ya da kanun yollarına başvuru için belli sürelerin öngörülmesi, bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça hukuki belirlilik ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmaz. Ne var ki öngörülen süre koşullarının açıkça hukuka aykırı olarak yanlış uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişiler, dava açma ya da kanun yollarına başvurma hakkını kullanamamışsa mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini kabul etmek gerekir (benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, §§ 36-40).
42. Başvuruya konu olayda başvurucu, 2007 yılında yapılan kadastro çalışmalarında yol vasfı ile tespit dışı bırakılan taşınmazı yirmi yıldan fazla süredir kullanmakta olduğunu,zilyetlikle kazanım koşullarının oluştuğunu ileri sürerek taşınmazın adına tapuya tescili talebiyle 17/9/2009 tarihinde tescil davası açmıştır. Mahkeme 22/9/2010 tarihli karar ile davanın kabulüne karar vermiş ise de temyiz üzerine bu karar, Yargıtay 8. Hukuk Dairesince, “davanın, Yargıtay ve Daire uygulamalarıyla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı ve taşınmazın tespit dışı bırakıldığı 23/5/2007 tarihinden dava tarihine kadar yirmi yıllık sürenin de geçmediği” gerekçesiyle bozulmuştur.
43. Söz konusu Yargıtay bozma ilamında, paftasında yol olarak ya da tespit dışı bırakılan bir taşınmaz için kadastrodan önceki zilyetliğin kadastro tespitiyle kesintiye uğrayacağından kadastrodan sonra başlayacak zilyetliğe eklenemeyeceği, kadastro tespitinin yapıldığı tarihten itibaren taşınmazın yeniden ilgilisi tarafından aralıksız, çekişmesiz malik sıfatıyla ve yirmi yıllık süreyle kullanılması gerektiği, Yargıtay ve Daire uygulaması gereğince kadastro tespitinin yapıldığı tarihten itibaren, iki yıl ve daha aşağı makul sayılacak bir süre içerisinde paftasında yol ya da tespit harici bırakılan taşınmaz için dava açılmış ise kadastrodan önceki zilyetliğin hesaba katılmasının kabul edilebileceği, somut olayda, dava konusu ve paftasında yol olarak bırakılan taşınmazın 23/5/2007 tarihinde paftasında yol olarak gösterildiği, davanın ise yaklaşık 2 yıl 4 aylık bir süre geçtikten sonra 17/9/2009 tarihinde açıldığı, dolayısıyla kadastro sonrası yirmi yıllık kazanma süresinin geçmediği ve Dairece kabul edilen makul sayılabilecek sürenin de aşılmış bulunduğu belirtilmiştir (bkz. § 10).
44. Bozma ilamına uyan Mahkeme, bozma ilamındaki gerekçelerle davanın reddine karar vermiştir. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi tarafından onanan bu karar, başvurucunun karar düzeltme talebinin reddedilmesiyle kesinleşmiştir.
45. Yargıtay 8. Hukuk Dairesince bozma ilamında ortaya konan ve ilk derece mahkemesince de uyma kararı ile benimsenen uygulamaya göre kadastro sırasında yol vasfı ile tespit dışı bırakılan taşınmazlar hakkında kadastro öncesi zilyetliğe dayalı olarak açılan tescil davaları için doğrudan bir dava açma süresi öngörülmemekle birlikte bu taşınmazlarla ilgili açılacak davalarda kadastro öncesi zilyetliğin dikkate alınması için davanın Yargıtay ve Daire uygulaması ile kabul edilen iki yıl içinde açılması zorunlu kılındığından bu yaklaşımla, kadastro öncesi zilyetliğe dayalı olarak açılan tescil davalarının dinlenebilmesi için dolaylı olarak iki yıllık dava açma süresi getirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
46. Başvurucu, kadastro sırasında tespit dışı bırakılan taşınmazlar hakkında açılacak tescil davaları için mevzuatta herhangi bir süre sınırlaması bulunmadığını, 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesine göre kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak on yıl içinde dava açılabileceğini, buna rağmen derece mahkemelerince yorum yoluyla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı gerekçesiyle davasının reddedildiğini belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
47. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği gereği mevzuatın yorumlanması ve uygulanması, derece mahkemelerinin görevi olmakla birlikte bu yorum ve uygulamaların etkilerinin Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanında bulunan hak ve yükümlülüklerle bağdaşıp bağdaşmadığının Anayasa Mahkemesince incelenebileceği tabiidir. Mahkemeye erişim hakkı yönünden yapılacak böyle bir inceleme, somut olayın koşulları çerçevesinde olacaktır (Emre Kartal, B. No: 2014/5020, 6/10/2015, § 40).
48. 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesinde, kadastro çalışmaları sırasında hakkında kadastro tutanağı düzenlenen taşınmazlarla ilgili tutanaklarda belirtilen haklara, tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağı belirtilmiştir (bkz. § 16). Aynı Kanun'un 16. maddesinin üçüncü fıkrasında yol, meydan, köprü gibi orta mallarının haritasında gösterilmekle yetinileceği belirtildiğinden bu nitelikteki kamu malları hakkında kadastro tutanağı düzenlenmemektedir. 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesinde belirtilen on yıllık dava açma süresi, hakkında kadastro tutanağı düzenlenen taşınmazlara ilişkin olduğundan yol, meydan, köprü gibi kamu malları hakkında kadastro öncesi nedenlere dayalı olarak hangi sürede dava açılabileceği konusunda anılan Kanun’da açık bir düzenleme bulunmamaktadır.
49. Başvurucu, bu tür taşınmazlar hakkında açılacak tescil davaları için 3402 sayılı Kanun’da düzenlenmeyen iki yıllık dava açma süresinin yorum yoluylu öngörülmesinin adil yargılanma hakkını ihlal ettiğinden şikâyet etmiştir.
50. Anayasa'nın 36. maddesinde, mahkemeye erişim hakkı açısından herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş olan hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da Anayasa'nın diğer maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Bu noktada Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan güvence ölçütleri işlevsel niteliği haizdir (Tahir Gökatalay, B. No: 2013/1780, 20/3/2014, § 39).
51. Anayasa'nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
52. Belirtilen Anayasa hükmü, hak ve özgürlükleri sınırlama ve güvence rejimi bakımından temel öneme sahip olup Anayasa'da yer alan bütün hak ve özgürlüklerin yasa koyucu tarafından hangi ölçütler gözönünde bulundurularak sınırlandırılabileceğini ortaya koymaktadır. Anayasa'nın bütünselliği ilkesi çerçevesinde Anayasa kurallarının bir arada ve hukukun genel kuralları gözönünde tutularak uygulanması zorunlu olduğundan belirtilen düzenlemede yer verilen güvence ölçütlerinin, Anayasa'nın 36. maddesinde yer verilen hakkın kapsamının belirlenmesinde de gözetilmesi gerektiği açıktır (Tahir Gökatalay, § 41).
53. Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yapılan bir müdahalenin kanunilik şartını sağladığının kabulü için, müdahalenin kanuni bir dayanağının bulunması zaruridir. Bununla birlikte, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına ilişkin kanunların şeklen var olması yeterli değildir. Kanunilik ölçütü aynı zamanda maddi bir içeriği de gerektirmekte olup bu noktada yasanın niteliği önem kazanmaktadır. Kanunla sınırlama ölçütü, sınırlamanın erişilebilirliğini, öngörülebilirliğini ve kesinliğini ifade etmekte; böylece uygulayıcının keyfî davranışlarının önüne geçtiği gibi kişinin hukuku bilmesine de yardımcı olmakta; bu yönüyle hukuk güvenliği güvencesi sağlamaktadır (Bülent Polat [GK], B. No: 2013/7666, 10/12/2015, §§ 73-96).
54. Kanunun bu gerekliliklere uygun olduğunun söylenebilmesi için yeterince ulaşılabilir olması yani vatandaşların belirli bir olaya uygulanabilir nitelikteki hukuk kurallarının varlığı hakkında yeterli bilgiye sahip olabilmesi, ayrıca ilgili normun keyfîliğe karşı uygun bir koruma sağlaması, yetkili makamlara verilen yetkinin genişliğini ve icra edilme biçimlerini yeterli bir netlikte tanımlaması gerekmektedir (Gülmez/Türkiye, 16330/02, 20/5/2008, § 49; Silver ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 5947/72, 25/3/1983, § 86-88; Malone/Birleşik Krallık, B. No: 8691/79, 2/8/1984, § 66-68; Rotaru/Romanya, [BD], B. No: 28341/95, 4/5/2000, § 55).
55. Bununla birlikte her ihtimale çözüm getiremeyecek olan yasal mevzuatın gereken koruma seviyesi, büyük ölçüde ilgili metnin düzenlediği alan ve içeriğiyle birlikte muhataplarının niteliği ve sayısıyla yakından bağlantılıdır. Bu nedenle kuralın karmaşık olması ya da belirli ölçülerde soyutluk içermesi ve bu nedenle hukuki yardım ile tam olarak anlaşılabilir hâle gelmesi tek başına hukuken öngörülebilirlik ilkesine aykırı görülemez. Bu kapsamda hak ya da özgürlüğe müdahale eden kural belirli ölçülerdeki takdir alanını elbette uygulayıcıya sunabilir. Fakat bu takdir alanının sınırlarının da yeterli açıklıkta belirlenmesi ve kuralın asgari bir kesinlik içermesi zaruridir (Halime Sare Aysal [GK], B. No: 2013/1789, 11/11/2015, § 65).
56. Somut başvuru açısından kadastro çalışmalarında yol vasfı ile tespit dışı bırakılan taşınmaz hakkında başvurucu tarafından açılan tescil davasının, uygulamayla kabul edilen iki yıllık makul süre içinde açılmadığı gerekçesiyle reddedilmesinin başvurucunun mahkemeye erişim hakkına bir müdahale oluşturduğu açıktır.
57. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin benzer davalar için benimsediği ve somut davada da uyguladığı yaklaşıma göre kural olarak bir taşınmaz için kadastrodan önceki zilyetlik kadastro tespitiyle kesintiye uğrayacağından kadastrodan sonra başlayacak zilyetliğe eklenmez. Bunun sonucu olarak da kadastro tespitinin yapıldığı tarihten itibaren taşınmazın yeniden ilgilisi tarafından aralıksız, çekişmesiz, malik sıfatıyla ve yirmi yıllık süreyle kullanılması gerekir.
58. Kural bu olmakla birlikte Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin uygulaması gereğince kadastro tespitinin yapıldığı tarihten itibaren iki yıl ve daha aşağı makul sayılacak bir süre içerisinde paftasında yol ya da tespit harici bırakılan taşınmaz için dava açılmış ise kadastrodan önceki zilyetliğin hesaba katılması kabul edilmektedir. Bir başka ifadeyle yol, meydan, köprü gibi kamu malları hakkında açılacak tescil davalarında kadastro öncesindeki zilyetliğin dikkate alınması için kadastro öncesi zilyetliğe dayalı davanın, taşınmazın kadastro sırasında tespit dışı bırakıldığı tarihten itibaren iki yıllık makul süre içinde açılması gerekmektedir.
59. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin anılan yaklaşımına karşılık bu tür taşınmazlarla ilgili kadastro öncesi zilyetlik iddiasına dayalı olarak açılacak davaların son dönemde temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Hukuk Dairesi, hakkında tutanak düzenlenmeyen ya da tespit harici bırakılan yerler hakkında kadastro öncesi nedenlere dayanılarak dava açılmasını engelleyen ya da hak düşürücü süre belirleyenyasal düzenleme mevcut olmadığından bu tür davalar için süre sınırı bulunmadığını kabul etmektedir (bkz. § 20; Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 7/3/2016 tarihli ve E.2015/2527, K.2016/2239 sayılı; 2/7/2015 tarihli ve E.2014/17506, K.2015/9510 sayılı; 14/5/2014 tarihli ve E.2014/4311, K.2014/6035 sayılı; 6/5/2013 tarihli ve E.203/2914, K.2013/4922 sayılıilamları).
60. Öte yandan Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca da aynı konunun yakın zamanda incelendiği ve Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin yaklaşımı doğrultusunda bir uygulama benimsendiği görülmektedir (bkz. §§ 21, 22).
61. Yukarıda yer verilen tespitlere göre 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinde, kadastro çalışmaları sırasında haklarında kadastro tutanağı düzenlenen taşınmazlarla ilgili kadastro öncesi nedenlere dayalı olarak açılacak davalar için on yıllık hak düşürücü süre sınırı düzenlendiği ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve 16. Hukuk Dairesinin yukarıda bahsi geçen kararlarında vurgulandığı gibi haklarında tutanak düzenlenmeyip haritasında gösterilmekle yetinilen yol, meydan, köprü gibi orta malları için kadastro öncesi nedenlere dayalı olarak açılacak davalarla ilgili 3402 sayılı Kanun veya ilgili mevzuatta süre sınırı öngören herhangi bir düzenleme bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla dava konusu taşınmaz hakkındaki zilyetliğe dayalı tescil davasının iki yıl içinde açılmasını zorunlu kılan Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin bu uygulamasının Anayasa'nın 36. maddesi anlamında müdahalenin meşruiyet unsurlarından biri olan kanunilik şartını sağladığı söylenemez.
62. Başvuruya konu müdahalenin kanunilik şartını sağlamadığı anlaşıldığından söz konusu müdahale açısından diğer güvence ölçütlerine riayet edilip edilmediğinin ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
63. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
64. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunu'nun 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
65. Başvurucu tazminat talebinde bulunmuştur.
66. Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
67. Adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan ihlale konu kararı veren Hafik Asliye Hukuk Mahkemesinin bulunduğu adliyenin Sivas adliyesiyle birleştirilmiş olması nedeniyle kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Sivas Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
68. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere ihlale konu kararı veren Hafik Asliye Hukuk Mahkemesinin bulunduğu adliyenin Sivas Adliyesiyle birleştirilmiş olması nedeniyle Sivas Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 22/9/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.