SANSARYAN HAN İÇİN 92 YIL SONRA GELEN KARAR
Anayasa Mahkemesi, 1930’da devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han için 92 yıl sonra hak ihlali kararı verdi.
Sansaryan Han, 1895 yılında Ağa Mugradiç Sanasariyen (Sansaryan) tarafından fakir Ermeni çocuklarının eğitim ihtiyaçlarının karşılanması için mimar Hovsep Aznavur’a yaptırılmıştı. Bina 29 Mayıs 1929’da Sansaryan Vakfı olarak tapuya tescil ettirilmişti.
Dünkü Resmi Gazete’deki yayımlanan karara göre, vakfın vakfiyesinde, “Vakfın tevliyesinin Ermeni milleti patriki her kim olursa ona ait olacağı” belirtildi. Sansaryan Han’a, 1930’da İstanbul İl Özel İdaresi tarafından el konuldu. Han, 1952’de İl Özel İdaresi adına tescil edildi. Vakfı temsilen Türkiye Ermenileri Patrikliği, 2011’de İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde tapu iptali ve tescil davası açtı. Yerel mahkemece, Patrikliğin “Davada vakfı temsil yetkisinin olmadığı” gerekçesiyle ret kararı verildi. Karar kesinleşince Sanasaryan Vakfı, “Cemaat vakfının taşınmazının iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği” iddiasıyla 21 Şubat 2019’da Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurdu.
‘MÜLKİYET HAKKININ İHLALİ’
AYM, 3 Kasım’da oybirliği ile Anayasa’nın 35’inci maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ve yeniden yargılama yapılmasına karar verdi. AYM kararında Anayasa’nın 35’inci maddesinde herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu, bu hakların ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği ve mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağının hüküm altına alındığı belirtildi.
İŞKENCELERLE HATIRLANIYOR
Tabutluk odaları ve işkenceleriyle hatırlanan Sansaryan Han’ı hafızalara kazıyan İstanbul Emniyet Müdürlüğü binası olarak kullanıldığı dönemde yaşananlar oldu. Tabutluk denilen küçük odaları ve işkenceleriyle tanındı. Bu nedenle dilden dile anlatılan korkunç hikâyelere de konu oldu. Sansaryan Han’da kalanlar arasında Nâzım Hikmet, Vedat Türkali, Ece Ayhan, Attilâ İlhan, Mihri Belli, Ahmed Arif, Ruhi Su’nun yanı sıra 68 kuşağından Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile 1944 Irkçılık-Turancılık davası sanıkları Alparslan Türkeş ve Nihal Atsız da vardı.
EN ZORU TABUTLUKTUR
Ruhi Su, Sansaryan Han’da gördüğü işkenceleri, “En zoru da ‘Tabutluktur!’ Tabutluk mu? Bir insanın çömelerek sığabileceği kadar küçük bir sandık sanki. Ne kolun uzanır ne kafan kalkar. Bir vakit sonra dayanılmaz ağrılar ve uyuşmalar” diye anlatır.
Sansaryan Han’ın bir diğer tanığı ise Ahmed Arif’tir. Yaşamına son verme girişiminde bulunan Ahmed Arif anılarında, kaldıkları hücreye akıtılan sıvı nedeniyle bir ay sonra delirerek akıl hastanesine gönderildiklerini anlatır. Attilâ İlhan ise “Tutuklunun Günlüğü” şiirinde Sansaryan Han’daki işkenceleri şöyle anlatır:
“Daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında
Didiklemez mi özgürlüğünü Sansaryan Han’ında
Küflenir suyun bir bakır çalığı birikir ağzında
Kendini öldürmeyi belki bin kere tasarlarsın da
Bir kere aklından geçmez bitirmeden ölmek şarkıyı.”
Haber: Oya Armutçu - Ayşegül Usta / Hürriyet
---
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
SANASARYAN VAKFI BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2019/6264) |
|
Karar Tarihi: 3/11/2022 |
R.G. Tarih ve Sayı: 14/12/2022-32043 |
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
Başkan |
: |
Hasan Tahsin GÖKCAN |
Üyeler |
: |
Muammer TOPAL |
|
|
Recai AKYEL |
|
|
Selahaddin MENTEŞ |
|
|
Muhterem İNCE |
Raportör |
: |
Ayhan KILIÇ |
Başvurucu |
: |
Sanasaryan Vakfı |
Vekili |
: |
Av. Ali ELBEYOĞLU |
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, cemaat vakfının taşınmazının iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 21/2/2019 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.
III. OLAY VE OLGULAR
8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
A. Olayın Arka Planı
9. Başvurucu Sansaryan Vakfı (Vakıf) Rusya devleti tebaasından olan ve Ermeni milletine mensup Ağa Mugradiç Sanasariyen (Sansaryan) tarafından 1319 (1901) tarihinde Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim masraflarının karşılanması gayesiyle kurulmuştur. Vakfiyede vakfın tevliyesinin Ermeni milleti patriki her kim olursa ona ait olacağı belirtilmiştir.
10. İstanbul ili Fatih İlçesi Şeyh Mehmet Geylani Mahallesi'nde kâin 969 ada 5 parsel numaralı ve Sansaryan Hanı olarak adlandırılan taşınmaz -öncesinde nam-ı müstear adına kayıtlı iken- 26/5/1929 tarihinde kadastro komisyonu kararına istinaden Vakıf adına tescil edilmiştir.
11. İstanbul İl Özel İdaresi (İl Özel İdaresi) tarafından 1930 yılında E.1930/396 numarasıyla İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde başvurucuya karşı açılan dava sonucunda taşınmazın yönetimi İl Özel İdaresine devredilmiştir. Taşınmazın devri 7 Nisan 1341 (7/4/1925) tarihli ve 605 sayılı Evkaf Müdüriyeti Umumiyesinin 1341 Senesi Bütçe Kanunu'nun 4. maddesi hükmüne dayandırılmıştır. Başvurucu ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünün İl Özel İdaresine karşı 1947 yılında ayrı ayrı açtıkları müdahalenin meni davaları İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesince reddedilmiştir.
12. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denilmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da kanunda öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.
13. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).
14. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmıştır.
15. 2762 sayılı Kanun gereğince mülhak vakıf statüsüne giren başvurucu Vakfın statüsü, Vakıflar Umum (Genel) Müdürlüğünün (Genel Müdürlük) 18/11/1936 tarihli kararıyla amacına hizmet etme imkânının kalmaması ve tevliyesinin makama meşrut kılınması sebebiylemazbut vakıf olarak değiştirilmiştir.
16. İl Özel İdaresi 12/6/1950 tarihinde Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığına müracaat ederek taşınmazın adına tescil edilmesini talep etmiştir. Talep yazısında başvurucu ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından 1947 yılında açılan meni müdahale davalarında verilen ret kararlarına atıf yapılarak bu kararlarla taşınmazın İl Özel İdaresine ait olduğunun tespit edildiği ifade edilmiştir. Ancak talep 17/8/1950 tarihli yazıyla reddedilmiştir. Ret yazısında anılan kararlarda taşınmazın İl Özel İdaresine ait olduğuna dair bir tespitin bulunmadığı vurgulanmıştır. İl Özel İdaresi bunun üzerine 8/8/1951 tarihinde Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğüne başvurmuş, anılan Müdürlüğün bünyesindeki Tapu Komisyonunun 15/8/1951 tarihli kararıyla taşınmazın mülkiyetinin İl Özel İdaresine ait olduğu tespiti yapılmış ve tescil için gerekli işlemlerin yapılması amacıyla evrakın mahalline iadesine karar verilmiştir. Tapu Komisyonu kararında, Tapu Sicil Muhafızlığının talebi reddetmesinin 743 sayılı mülga Kanun'a uygun olmadığı ve 642. madde gereğince İl Özel İdaresinin talebinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir. Taşınmaz 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.
17. Genel Müdürlük, İl Özel İdaresine karşı 4/7/1985 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Davada, taşınmazın mülkiyetinin Vakfa ait olduğu, 10/9/1957 tarihli ve 7044 sayılı Aslında Vakıf Olan Tarihi Ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanun uyarınca Genel Müdürlüğe devri gerektiği savunulmuştur. Davalı İl Özel İdaresi ise taşınmazın 7044 sayılı Kanun kapsamına girmediğini savunmuştur. Davayı inceleyen İstanbul Yüksek Dereceli Hukuk Hâkimliğinin 26/6/1987 tarihli kararıyla taşınmazın Genel Müdürlük adına tesciline hükmedilmiştir. Kararda, davalı idarenin savunmasına itibar edilmediği ve 7044 sayılı Kanun hükümleri gözönünde tutularak davanın kabulü gerektiği vurgulanmıştır.
B. Tapu İptali ve Tescil Davasına İlişkin Süreç
18. Başvurucuyu temsilen Türkiye Ermenileri Patrikliği (Patriklik) 12/12/2011 tarihinde İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) Genel Müdürlük ve İl Özel İdaresi aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi lehine yapılan tescilin yolsuz olduğu ve taşınmazın mülkiyetinin hukuken Vakfa ait olduğu belirtilmiştir.
19. Mahkeme İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde görev yapan iki öğretim üyesinden hukuki mütalaa almıştır. 28/2/2014 havale tarihli bilirkişi raporunda özetle şunlar ifade edilmiştir:
i. Somut olayda Vakıf, zımmi olan ve Ermeni milletine mensup bir kişi tarafından Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış olup cemaat vakfı niteliğindedir.
ii. 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesi uyarınca cemaatlerce idare olunan vakıfların mütevellileri tarafından yönetilmesi esası benimsenmiş ve bunlar mülhak vakıf kategorisinde kabul edilmiştir. Anılan maddede 31/5/1949 tarihli ve 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikle cemaatlere mahsus vakıfların bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Bu düzenleme dikkate alındığında 5404 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesinden önceki dönem açısından cemaatler tarafından idare edilen vakıflar ile mütevellilikleri bir makama şart koşulmuş vakıfların aynı kategoride yer almadığı ve cemaat vakıflarının her hâlükârda mülhak vakıf sayılması gerektiği anlaşılmıştır.
iii. Bazı Danıştay kararlarına göre bir vakfın mazbut vakıf sayılabilmesi için amacının fiilen imkânsız hâle gelip gelmediğine değil mal varlığı ve gelir durumunun amaca hizmet etmeyecek bir duruma düşüp düşmediğine bakılması gerekir. Dolayısıyla somut olaydaki Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasında dayanılan vakfın amacının fiilen imkânsız olduğu gerekçesinde hukuka uygunluk bulunmamaktadır.
iv. Bu çerçevede davacı Vakfın mazbut vakıflar arasına alınmasına ilişkin idari işlem hukuka aykırıdır. Ancak bu işlemin tabi olduğu geçersizlik yaptırımının mahiyetini tartışmak ve tespit etmek idare mahkemelerinin görevindedir.
20. Mahkeme 3/7/2014 tarihli kararla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde olay ve olgular özetlendikten sonra kısaca şunlar ifade edilmiştir:
i. Dava konusu Vakıf, eğitime destek amacıyla İslam hukuku hükümlerine göre kurulmuş bir sosyal yardım vakfıdır. 1929 yılında yapılan kadastro çalışmalarında Vakfa ait olduğu tespit edilen taşınmazın yönetimi İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesince 605 sayılı Kanun'un 4. maddesine dayanılarak İl Özel İdaresine devredilmiş, ardından da taşınmaz 1952 yılında İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.
ii. 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesine göre vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan vakıflar ile "Evkaf Nezareti" tarafından yönetilen vakıflar mazbut vakıf olarak tanımlanmıştır. Genel Müdürlüğün 18/11/1936 tarihli kararıyla amacına ulaşma imkânının kalmaması ve tevliyetin makama meşrut bulunması gerekçeleriyle Vakıf mazbut vakıflar arasına alınmıştır.
iii. Davacı vekili söz konusu idari işlemin yoklukla malul olduğunu, dolayısıyla işlemin iptali bakımından dava açılmasının gerekmediğini iddia etmiş ise de Vakfın mazbut vakıf sayılmasına dair işlemin tabi olduğu geçersizlik yaptırımının mahiyetiyle ilgili olarak değerlendirme yapması gereken merci idare mahkemesidir. Vakfın idare şeklinin kanun hükümleri uyarınca değişikliğe uğramadığı da dikkate alındığında davanın reddine karar vermek gerekmiştir.
21. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde dava dilekçesindeki iddialara ek olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Fener Rum Patrikhanesi/Türkiye (B. No: 14340/05, 8/7/2008) kararına atıfta bulunularak mülkiyet hakkının ihlal edildiği ileri sürülmüştür. Dilekçede ayrıca Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (İDDK) 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 kararından da söz edilerek cemaat vakıflarının mazbut vakıf olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir.
22. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi (Daire) 13/12/2017 tarihli kararıyla mahkeme kararını bozmuştur. Bozma kararının gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:
i. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1027. maddesinin birinci fıkrası uyarınca tapu kaydında mülkiyet hakkıyla ilgili değişiklikler ancak mahkeme kararı ile yapılabilir. Dava konusu taşınmazın 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına oluşturulan tescil kaydı mahkemenin mülkiyet hakkına ilişkin hükmü olmaksızın idari bir yazıya istinaden oluşturulmuştur. Genel Müdürlük adına yapılan tescil ise İl Özel İdaresi aleyhine açılan davada verilen hükme dayanmaktadır. Bu durumda idari kararla oluşan ilk tescil ile davacı Vakfın taraf olmadığı mahkeme kararıyla oluşan ikinci tescilin Vakfı bağlamayacağı gözetildiğinde her iki işlemin yolsuz tescil niteliğinde olduğunun kabulü gerekir.
ii. Somut olayda çekişme konusu taşınmaz kadastro çalışması sonucu 24/5/1929 tarihinde Vakıf adına tescil edilmiştir. Vakfın kurucusu Ermeni milletinden Ağa Muğradiç Sanasaryan olup vakfiyede Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanmasının amaçlandığı belirtilmiştir. Vakfın 743 sayılı mülga Kanun'dan önce kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış olması nedeniyle cemaat vakfı niteliğinde olduğu açıktır.
iii. 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 2. maddesiyle cemaat vakıfları mülhak vakıf statüsünden çıkarılmış ve ayrı bir vakıf türü olarak benimsenmiştir. Aynı Kanun'un 12. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile geçici 7. ve geçici 11. maddeleriyle cemaat vakıflarına yeni haklar tanınmıştır. Ne var ki Mahkemece davacı Vakfın cemaat vakfı olduğu ve yukarıda sözü edilen Kanun maddeleri uyarınca değerlendirme yapılması gerektiği gözardı edilerek sonuca gidilmiştir.
23. Genel Müdürlük, kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuştur. Daire 12/12/2018 tarihli kararıyla kararın düzeltilmesi talebini kabul ederek bozma kararını kaldırmış ve Mahkeme kararını onamıştır. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:
i. Bir hakkı dava etme yetkisi (dava hakkı) kural olarak o hakkın sahibine aittir. O hakkı dava etme yetkisinin kime ait olduğu ise tamamen maddi hukuk kurallarına göre belirlenir. Başka bir anlatımla davada taraf sıfatı, dava konusu subjektif hak (dava hakkı) ile taraflar arasındaki ilişkidir. Bu durumda dava konusu şey üzerinde kim veya kimler hak sahibi ise davayı da bu kişi ya da kişilerin açması gerekir.
ii. 5/6/1936 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Kanun'un 1/C maddesinde 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan mütevelliliği bir makama şart edilmiş olan vakıfların Genel Müdürlük tarafından idare olunacağı ve bunlara mazbut vakıflar denileceği hüküm altına alınmıştır. Vakfın vakfiyesine göre mütevelliliği Ermeni Patriğine şart edilmiş olduğundan Vakfın cemaat vakıflarından olmadığı sonucuna varılmaktadır. Bu durumda mazbut vakıf olan Vakfın idare ve temsilinin Genel Müdürlüğe geçtiğinin ve Türkiye Ermeni Patriğinin mütevelliliğinin de son bulduğunun kabulü gerekir.
iii. Bununla birlikte mazbut vakıfların idare ve temsilinin Genel Müdürlüğe verilmiş olması bu vakıfların mal varlığının da Genel Müdürlüğe geçtiği anlamına gelmez.
iv. Şu hâlde davalı Genel Müdürlüğün hem evveli vakıf malı olan dava konusu taşınmazın tapu kayıt maliki olması hem de Vakfın temsilcisi olması karşısında Genel Müdürlük ile Vakıf arasında çıkar çatışması bulunduğunun kabulü gerekir. Böyle bir dava ancak kayyım aracılığıyla açılabilir. Türkiye Ermeni Patriğinin davada mütevelli sıfatıyla Vakfı temsil yetkisinin olmadığına, dolayısıyla görülen davada davacı taraf sıfatı bulunmadığına göre davanın reddedilmesi -açıklanan gerekçeyle- sonucu itibarıyla doğrudur.
24. Nihai karar 23/1/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 21/2/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
25. 605 sayılı Kanun'un 4. maddesi şöyledir:
"Maksadı tesisleriyle mahalli sarfları tedris ve talim ve terbiye olarak kalan vakıf mebani ile vakıf arsaların idare ve nezareti, meşrtu lehlerinin mahiyetine göre, Maarif vekâleti ile idareyi hususiyelere tevdi ve bu kabil evkaf hakkında 19 mayıs 1327 tarihli kanun ahkâmı Maarif ve Dahiliye vekâletlerince tatbik olunur."
26. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ilk hâlinin ilgili kısmı şöyledir:
"4 birinci teşrin 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan
A - Bu kanundan önce zaptedilmiş bulunan vakıflar,
B - Bu kanundan önce idaresi zaptedilmiş olan vakıflar,
C - Mütevelliliği bir makama şartedilmiş olan vakıflar,
Ç - Kanunen veya fiilen hayri bir hizmeti kalmamış olan vakıflar,
D - Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerinden başkalarına şartedilmiş vakıflar,
Vakıflar umum müdürlüğünce idare olunur. Bunların hepsine birden (Mazbut vakıflar) denir.
A - Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerine şartedilmiş vakıflar,
B - Cemaatlarca idare olunan vakıflar,
C - Bazı sanat sahiblerine mahsus vakıflar,
Mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunur. Bunların hepsine birden (Mülhak vakıflar) denir.
..."
27. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:
"...
(Ek Fıkra 2.1.2003-4778 s. Kanun.) Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.
..."
28. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"Bu Kanunun uygulanmasında;
...
Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,
...
ifade eder."
29. 743 sayılı mülga Kanun'un 933. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi şöyledir:
"Haklı bir sebep olmaksızın yapılan bir tescil veya tescilin tadil veya terkini ile ayni hakları haleldar olan kimse, kaydın terkinini veya tadilini istiyebilir."
30. 743 sayılı mülga Kanun'un 935. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Alakadarlar tahriren muvafakatlerini beyan etmedikleri halde mahkeme kararı olmadıkça tapu sicil memuru, hiç bir tashih icra edemez."
31. 743 sayılı mülga Kanun'un -Tapu Komisyonu kararında atıfta bulunulan- 642. maddesi şöyledir:
"Bir şeye temellük etmek hakkını hibe gibi bir sebeple iktisap etmiş olan kimse tescil muamelesinin icrasını malikinden talep edebilir. İmtina halinde mülkiyetin kendisine aidiyetine karar verilmesini hakimden istiyebilir.
İhraz ve işgal, intikal, istimlak cebri icra ve mahkeme ilamiyle bir gayrimenkulün mülkiyetini iktisap eden kimse; doğrudan doğruya tescil muamelesini yaptırabilir.
Karı koca malları hakkındaki usul icabı olarak vuku bulan mülkiyet tebeddülleri sicilli mahsusuna kayıt ve ilan edilmesini müteakip resen tapu siciline de kaydolunur."
32. 4721 sayılı Kanun'un 1025. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş veya bir tescil yolsuz olarak terkin olunmuş ya da değiştirilmiş ise, bu yüzden aynî hakkı zedelenen kimse tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebilir"
33. 4721 sayılı Kanun'un 1027. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"İlgililerin yazılı rızaları olmadıkça, tapu memuru, tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir."
34. İDDK'nın 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Dava, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi'nin davacı vakfın kanunen ve fiilen hayri bir hizmetinin kalmadığından bahisle mazbut vakıflar arasında alınmasına ilişkin 22.1.1997 günlü, 71/116 sayılı kararının iptali istemiyle açılmıştır.
...
Vakıf, en genel anlamıyla, bir mal veya mülkün, satılmamak koşuluyla, bir hayır işine tahsis edilmesini; başka bir ifadeyle, bir mülkün menfaatlerinin hayri, sosyal veya kültürel hizmetlere özgülenmesini, böylece özel mülkiyetten çıkarılarak kamunun mülkiyetine geçirilmesini ifade eder. Bu yönüyle kişi ile toplum arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen bir sosyal yardım kurumu niteliğindeki vakıflara, tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin, yerleşik düzene geçmiş insan topluluklarında, tüm uygarlıklarda ve dinlerde rastlanması olanaklı ise de, vakıf kurumu, vakfı 'bir aynı Allah'ın mülkü hükmünde olmak ve menfaatleri halka ait olmak üzere hapis ve tevkif etmek' olarak tanımlayan İslam Hukuku içinde gelişmiştir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Müslüman olmayan tebaanın (cemaatlerin) dahi İslam Hukuku'nun benimsendiği biçimiyle vakfiye düzenleyerek vakıf kurma olanaklarının bulunduğu görülmektedir. Ancak bu dönemde, Müslüman olmayan tebaa, ayrı bir vakıf kurmak yerine, inanç ve geleneklerine göre kendi cemaatlerinin manevi kişiliği lehine yükümlü bağışlama yapmayı benimsemiş; Padişah Fermanı (Buyruk) ve İrade-i Mahsusa (Özel İzin) ile bu cemaatlerin kilise, manastır, sinagog, papaz evi, mezarlık, okul ve hastane gibi dini, hayri ve ilmi kurumlar oluşturmasına izin verilmiş ve bunlar cemaat mensuplarının sözü edilen yükümlü bağışlarıyla hizmetini sürdürmüş, yaşatılmıştır. Hatta 16 Şubat 1328 (1912) tarihli 'Eşhası Hükmiyenin Emval'i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun-u Muvakkat'ın 3. maddesiyle cemaatlerin kendi dini, ilmi ve hayri kuruluşlarının doğrudan doğruya mal edinmesine ve daha önce edindikleri taşınmaz malların tapu kayıtlarını kendi adlarına tahsis etmelerine olanak tanınmıştır.
864 sayılı 'Kanunu Medeninin Sureti Mer'iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 'Kanunu Medeni'nin mer'iyete vaz'ından makaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.' hükmüne yer verilerek, 743 sayılı Medeni Yasa'nın yürürlüğe girdiği 4.10.1926 tarihinden önce kurulmuş vakıfların bu Medeni Yasa'ya tabi olmaları uygun bulunmamış; 864 sayılı Yasa'nın 8. maddesinde sözü edilen düzenleme 13.12.1935 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Yasası'yla gerçekleştirilmiştir.
2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin ikinci fıkrasında 'cemaatlerce idare olunan vakıflar'ın mütevellileri tarafından yönetilmesi esası benimsenerek, bunlara 'mülhak vakıf' denileceği belirtilmiştir. Böylece varlıkları İslam/Osmanlı Hukuku'na dayanan ve Lozan Andlaşmasıy'la korunan, Türkiyede'ki Müslüman olmayan Türk uyruklu azınlıklara ait olan dini, ilmi ve hayri kurumlar 'mülhak vakıf' tüzel kişiliğine dönüştürülmüş; 2762 sayılı Yasa'nın geçici 1. maddesinin (a) fıkrası uyarınca vermiş oldukları beyannameler de bu vakıfların vakfiyesi yerine geçmiştir.
Bununla birlikte 31.5.1949 günlü, 5404 sayılı Yasa'yla 2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenerek, mütevelliliği vakfedenlerin ferilerle şart edilmiş vakıflara 'mülhak vakıf' denileceği ifade edilerek, cemaatlere mahsus vakıfların ise bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Böylece, Medeni Yasa öncesi mevcut vakıflar mazbut ve mülhak vakıfların yanı sıra, hukuksal nitelikleri ve yönetim biçimlerinin farklılıkları nedeniyle bunlardan ayrılan 'cemaat vakıflar' olarak tasnif edilmiştir. Nitekim 5404 sayılı Yasa'nın 'Gerekçe'sinde ve bu Yasa'ya ilişkin TBMM İçişleri Komisyonu, Maliye Komisyonu ve Adalet Komisyonu raporlarında da, getirilen düzenlemeyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinden çıkarıldığı açıkça vurgulanmıştır.
Bu çerçevede, 2762 sayılı Yasa'nın Medeni Yasa öncesi mevcut vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının, ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına olanak kalmamıştır.
Esasen 2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin birinci fıkrasıyla; 4 Birinci Teşrin 1926, yani Medeni Yasa'nın yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce oluşturulan vakıflardan, vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan vakıflar ile 'Evkaf Nezareti' tarafından yönetilen vakıflar (daha önce zabtedilmiş, idaresi zabtedilmiş, mütevelliliği bir makama şartedilmiş, mütevelliliği vakfedenlerin fer'ilerinden başkalarına şart edilmiş ve kanunen veya fiilen hayri bir hizmeti kalmamış vakıflar) 'mazbut vakıflar' olarak tanımlanmış; böylece bu vakıflar tek bir tüzel kişilik altında toplanarak, temsili, idaresi ve denetimiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü görevlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle mazbut vakıflar yönünden 2762 sayılı Yasa'nın kapsamı gösterilmiştir. Dolayısıyla, 2762 sayılı Yasanın 1. maddesi, Medeni Yasa öncesi mevcut vakıfların o tarihteki durumları itibariyle ayrımını ve beş bentte belirtilen haller saptandığında mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yönetilmesini öngörmekte; Medeni Yasa öncesi mevcut vakıfların 2762 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durumlarının değerlendirilmesine olanak vermemektedir.
Bu nedenle, Medeni Yasa öncesi mevcut vakıfların, 2762 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durumlarının, anılan Yasanın 1. maddesine göre değil, diğer maddelerine göre değerlendirilmesi gerektiğinden, 1936 yılında verdiği beyannameden sonra kesintisiz olarak faaliyetine devam eden davacı vakfın 2762 sayılı Vakıflar Yasası'nın 1/D maddesi kapsamında mazbut vakıflar arasına alınmasına olanak bulunmamaktadır.
Öte yandan, vakıflarda fiilen hayri bir hizmetin kalmadığından söz edebilmek için, vakfın malvarlığı ve gelir durumunun amacına hizmet edemeyecek bir dereceye düşmüş olması gerekir. Dava dosyasının incelenmesinden, Beyoğlu Üçüncü Noteri'nce onaylı bulunan ve Osmanlıcadan tercüme edilen Servet Beyanından, vakıf yerinin Padişah izni ile Rum yetimlerine hane olmak üzere Rum Patrikhanesi'ne ayrılmış olduğu, Defter-i Hakani'de de Rum yetimler namına kaydolunduğu, 1936 yılında vermiş olduğu beyannamede ismi 'Büyükadada kain Rum Erkek Yetimhanesi' olarak belirlenen ve bir cemaat vakfı olan davacı vakfın, İstanbul Firuzağa, Beyoğlu Kamer Hatun, Beyoğlu Kalyoncukulluk, Beyoğlu Şahkulu, Büyükada Yalı Mahallesi, Büyükada Karanfil Sokak ve Heybeliada İsmet İnönü caddesinde bir çok taşınmazı bulunduğu, davacı vakfa ait yetimhanenin 1980'li yılların başında kapatılmakla birlikte bazı öğrencilere burs adı altında çeşitli yardımlar yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, bir çok taşınmazı bulunduğu ve bazı öğrencilere burs verdiği anlaşılan davacı vakfın, yetimhanesinin kapatılması nedeniyle fiilen hayri bir hizmetinin kalmadığı kabul edilemez. Dolayısıyla dava konusu işlemde bu yönden de hukuka uyarlık bulunmamaktadır.
..."
B. Uluslararası Hukuk
35. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:
"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."
36. AİHM'in Fener Rum Patrikliği/Türkiye ( B. No: 14340/05, 15/6/2010) kararına konu olayda başvurucu 1902 yılında satın aldığı taşınmazı 1903 yılında Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfının kullanımına sunmuştur. 2762 sayılı Kanun uyarınca mülhak vakıf sayılan söz konusu vakıf Genel Müdürlüğün 22/1/1997 tarihli işlemiyle mazbut vakıf statüsüne alınmıştır. Vakfın bu işleme karşı idari yargıda açtığı dava reddedilmiştir. Genel Müdürlük 16/3/1999 tarihinde vakfı temsilen başvurucu aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Asliye hukuk mahkemesi talebi kabul ederek başvurucu adına olan tapuyu iptal etmek suretiyle taşınmazın vakıf adına tesciline karar vermiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 6-23). AİHM söz konusu olayda başvurucunun tapusunun iptal edilmesini mülkiyet hakkına bir müdahale olarak kabul etmiş ve tapunun tazminat ödenmeksizin iptal edilmesinin mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kıldığı sonucuna ulaşarak mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 83-92).
37. AİHM anılan kararda Sözleşme'nin 41. maddesinin uygulanması hususunu saklı tutmuştur. Başvurucunun Sözleşme'nin 41. maddesi kapsamında yaptığı başvuruyu 15/6/2010 tarihinde karara bağlayan AİHM, somut olaydaki ihlalin giderimi için en uygun yolun taşınmazın iadesi olduğunu belirterek Hükûmetin tazminat ödenmesinin yeterli olacağı savını itibar edilebilir olarak görmemiştir. AİHM sonuçta giderim olarak taşınmazın başvurucu adına tescil edilmesine hükmetmiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 26-35).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
38. Anayasa Mahkemesinin 3/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
39. Başvurucu;
i. Vakfın Ermeni çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulduğunu ve tek mütevellisinin Patriklik olduğunu belirtmiştir. Vakfın cemaat vakfı niteliğinde olduğunda kuşku bulunmadığını ifade etmiştir.
ii. 5237 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarının mülhak vakıflar arasından çıkarıldığını ve mal edinmelerinin önündeki hukuki engellerin kaldırıldığını vurgulamıştır. Nitekim Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 sayılı kararında cemaat vakıflarının mazbut vakıflar arasına alınamayacağının belirtildiğine işaret etmiştir.
iii. Vakfın hayra yönelik ve fiilî bir amacının kalmadığı gerekçesinin gerçeği yansıtmadığını savunmuş, Ermeni toplumuna ait okullarda toplam 3.000 öğrencinin eğitim ve öğretim gördüğünü, bu okulların maddi imkânsızlıklar nedeniyle sürekli bütçe açığı verdiğini iddia etmiştir.
iv. İl Özel İdaresi adına 1952 yılında yapılan tescilin herhangi bir mahkeme kararına dayanmaması sebebiyle 4721 sayılı Kanun'un 1025. maddesi uyarınca yolsuz tescil hükmünde olduğunu belirtmiştir. Nitekim Dairenin 13/12/2017 tarihli bozma kararında da İl Özel İdaresi adına yapılan tescilin yolsuz olduğuna işaret edildiğini ifade etmiştir.
v. Vakfın statüsünün mazbut vakıf şeklinde değiştirilmesine ilişkin işlemin yok hükmünde olduğunu savunmuştur. Fener Rum Patrikhanesi/Türkiye kararının bu görüşünü desteklediğini iddia etmiştir. Sonuç olarak mülkiyet hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
40. Bakanlık görüşünde; ihtilaf konusu taşınmazın 4/11/1987 tarihinde kesinleşen mahkeme kararıyla Genel Müdürlük adına tescil edildiği, dolayısıyla başvurunun zaman bakımından Anayasa Mahkemesinin yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık ayrıca kayyım aracılığıyla yeni bir davanın açılmasının mümkün olduğu gözetildiğinde başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin tartışılması gerektiğini ifade etmiştir.
41. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı beyanında Genel Müdürlük adına yapılan tescilin yolsuz olduğunu, dolayısıyla mülkiyetin kaybedilmediğini ve başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olduğunu ileri sürmüştür.
B. Değerlendirme
42. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."
43. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü taşınmazının iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun adil yargılanma hakkıyla ilgili olarak ileri sürdüğü şikâyetlerinin de mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Kişi Bakımından Yetki
44. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un "Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar" kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesi şöyledir:
"(1) Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.
(2) ... Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir."
45. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) "Başvurucunun temsili" kenar başlıklı 61. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
"Bireyselbaşvuru,bizzatbaşvurucu,kanunitemsilcisiyadaavukatıtarafından yapılabilir. Avukat veya kanuni temsilci aracılığıyla yapılan başvurularda temsile dair yetki belgesinin sunulması zorunludur."
46. 6216 sayılı Kanun’un 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.
47. Buna göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bunlar, başvuruya konu edilen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden başvurucunun güncel bir hakkı nedeniyle kişisel olarak ve doğrudan etkilenmesidir. Bu çerçevede ortaya çıkan sonuç nedeniyle başvurucunun mağdur olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).
48. Kamu gücü işleminin mağduru olanın tüzel kişi olması hâlinde başvurunun tüzel kişinin kanuni temsilcisi tarafından yapılması gerekir. Kanuni temsilcinin kim olduğu söz konusu tüzel kişiliğin mahiyetini düzenleyen kanun veya kanunlara bakılarak tespit edilir.
49. Somut olayda bireysel başvuru, Vakfı temsilen Patriklik tarafından yapılmıştır. Vakfın mahiyeti taraflar arasında tartışmalı olsa da tüzel kişiliği haiz olduğu noktasında bir tereddüt bulunmamaktadır. Kamu otoriteleri ile başvurucu arasındaki ihtilaf Vakfın kanuni temsilcisinin kim olduğuna ilişkindir. Vakfın kanuni temsilcisinin kim olduğu meselesi işin esasıyla bağlantılı olduğu için Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunup bulunmadığı hususunun esasla birlikte değerlendirilmesi uygun görülmüştür.
b. Zaman Bakımından Yetki
50. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin de tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğini belirtmiştir.
51. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.
52. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:
"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."
53. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).
54. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).
55. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğü girdiği 23/9/2012 tarihten önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda AİHM kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toplanması mümkündür:
i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.
ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.
iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.
iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.
56. Somut olayda taşınmaz -önceki tarihlerde nam-ı müstear adına kayıtlı olsa da- 26/5/1929 tarihinde Kadastro Komisyonu kararına istinaden Vakıf adına tescil edilmiştir. Bununla birlikte İl Özel İdaresinin Genel Müdürlüğe başvurusu üzerine taşınmaz, idari bir karara dayanılarak 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.
57. 743 sayılı mülga Kanun'un 935. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 1027. maddesi uyarınca ilgililerin yazılı rızaları olmadıkça tapu memuru tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir. Buna göre idari bir kararla tapu sicilindeki yanlışlıklar tashih edilemez. Nitekim Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığı, İl Özel İdaresinin tescil talebini uygun bulmayarak reddetmiştir. Ne var ki Genel Müdürlük bünyesindeki Tapu Komisyonu, İl Özel İdaresinin talebini kabul etmiş ve 15/8/1951 tarihli kararla taşınmazın mülkiyetinin İl Özel İdaresine ait olduğunu tespit etmiştir. Tapu Komisyonunun anılan kararında Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığının kararının 743 sayılı mülga Kanun'a uygun olmadığı belirtilmiş ve 642. madde gereğince İl Özel İdaresinin talebinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir.
58. Tapu Komisyonu kararında sözü edilen 642. maddenin olayla ilgisinin kurulması mümkün görülmemiştir. Zira somut olayda ihraz ve işgal, intikal, istimlak, cebrî icra ve mahkeme ilamı gibi mülkiyetin tescilden önce kazanıldığı hâllerden birinin bulunmadığı açıktır. Bu durumda Tapu Komisyonu kararında tapu sicilinin idari yolla düzeltilmesinin kanuni dayanağıyla ilgili olarak yeterli bir açıklama yapıldığının kabulü mümkün görülmemiştir.
59. 743 sayılı mülga Kanun'un 935. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 1027. maddesi de dikkate alındığında bu koşullarda 10/6/1952 tarihli tescilin kanuna uygun olmadığı ve dolayısıyla yolsuz olduğu ilk bakışta anlaşılabilecek niteliktedir. Nitekim Dairenin 13/12/2017 tarihli kararında da tescilin yolsuz olduğu açıkça ifade edilmiştir. Karar düzeltme aşamasında Daire, bozma kararını kaldırmış ise de bu durum 10/6/1952 tarihli tescilin yolsuz olduğuyla ilgili görüşünü değiştirdiği anlamına gelmemektedir. Dairenin bozma kararını kaldırmasının sebebi Patrikliğin Vakfı temsilen dava açma yetkisinin bulunmadığı görüşünde olmasıdır.
60. Tescilin yolsuz olması hâlinde mülkiyetin intikalinin hukuka uygun olduğunun kabulü mümkün değildir. Nitekim 743 sayılı mülga Kanun'un 933. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 1025. maddesinde bir ayni hakkın yolsuz olarak tescil edilmesi veya bir tescilin yolsuz olarak terkin olunması ya da değiştirilmesi hâlinde ayni hakkı zedelenen kimsenin tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebileceği belirtilmiştir. Anılan maddelerde yolsuz tescil nedeniyle açılacak davalarda herhangi bir süre sınırı da öngörülmemiştir.
61. Diğer taraftan Genel Müdürlüğün, İl Özel İdaresine karşı 4/7/1985 tarihinde açtığı tapu iptali ve tescil davası sonucunda taşınmaz Genel Müdürlük adına tescil edilmiş ise de -Dairenin 13/12/2017 tarihli kararında da ifade edildiği üzere- başvurucu anılan davanın tarafı olmadığından kararın başvurucu yönünden kesin hüküm teşkil etmesi mümkün değildir. Ayrıca kamu otoritesi olarak hareket eden ve tüm bu süreçlerden zaten haberdar olan Genel Müdürlüğün iyi niyetli üçüncü kişi olarak kabulü de olanaksızdır.
62. Sonuç olarak yolsuz ve hukuka açıkça aykırı olarak yapılan tescil nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkını kaybetmesi söz konusu olamayacağından başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı anlaşılmaktadır.
c. Diğer Kabul Edilebilir Şartları Yönünden
63. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Mülkün Varlığı
64. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).
65. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
66. Somut olayda başvurucunun iadesini talep ettiği taşınmazın 26/5/1929 tarihinde başvurucu adına tescil edildiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır. 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına yapılan tescilin yolsuz olduğuna dair yukarıdaki açıklamalar da gözetildiğinde başvurucunun mevcut mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.
b. Müdahalenin Varlığı ve Türü
67. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).
68. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).
69. Başvurucunun taşınmazı 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.
c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
70. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:
"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."
71. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.
72. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).
73. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).
74. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).
75. Bir uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarının ve özellikle müdahalenin kanuni dayanağını oluşturan kanun hükümlerinin yorumlanması derece mahkemelerinin takdirindedir. Derece mahkemelerince, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağını oluşturduğu ifade edilen hükümlerle ilgili olarak geliştirilen yorumların isabetli olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte derece mahkemelerinin yorumlarının kanunun açık lafzıyla çelişki içinde olduğu veya kanun metni dikkate alındığında bireyler tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldığı hâllerde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılması mümkündür (mahkemeye erişim hakkı yönünden benzer değerlendirme için bkz. Ziya Özden, B. No: 2016/67737, 19/11/2019, § 59).
76. Somut olayda Vakıf adına mütevellisi Türkiye Ermeni Patrikliğinin açtığı tapu iptali ve tescil davası, Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Mahkeme Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasına ilişkin Genel Müdürlük işleminin idari yargı yerlerince iptal edilmedikçe veya Vakfın statüsüne ilişkin olarak yasal bir değişiklik yapılmadıkça davanın kabulünün mümkün olmadığını belirtmiştir. Kararı karar düzeltme aşamasında onayan Daire ise Vakfın mütevelliliğinin bir makama şart edilmiş olması sebebiyle cemaat vakfı olarak kabul edilemeyeceğini vurgulamıştır. Daire Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasıyla Patrikliğin temsil yetkisinin sona erdiğini ve taraf sıfatının bulunmadığını kabul etmiştir. Daire bu gerekçeyle davanın reddinin hukuka uygun olduğunu ifade etmiştir.
77. Bu durumda davanın reddedilmesinin asıl sebebinin Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığının düşünülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle vurgulanmalıdır ki bireysel başvuruya konu davanın asıl tarafı Vakıftır ve Patriklik onun temsilcisi mahiyetindedir. Ayrıca Vakfın hukuki varlığıyla ilgili bir ihtilaf bulunmamaktadır. Tartışma, Vakfın statüsü ve kim tarafından temsil edilebileceğiyle ilgilidir.
78. Tüzel kişiler kural olarak kanunlarda öngörülen temsil organları aracılığıyla dava açabilir, aleyhlerine açılan davalara cevap verebilir. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde Osmanlı Dönemi'nde kurulan vakıflar; mülhak vakıf, mazbut vakıf ve cemaat vakfı şeklinde üçe ayrılmıştır. Anılan maddede cemaat vakıflarında vakfiyeye göre vakfı yönetmeye ve temsile yetkili kişinin vakıf yöneticisi olduğu belirtilmiştir. 5737 sayılı Kanun'un 6. maddesinde mazbut vakıfların Genel Müdürlük tarafından yönetileceği ve temsil edileceği, cemaat vakıflarının yöneticilerinin ise mensuplarınca kendi aralarından seçileceği hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere mazbut vakıflarda temsil yetkisi Genel Müdürlüğe ait iken cemaat vakıflarında bu yetki büyük ölçüde vakfiyeye ve mensuplarının seçimle ortaya çıkan iradesine göre belirlenmektedir. Şu hâlde somut olayda başvurucu Vakfın statüsü büyük önem taşımaktadır.
79. Vakıfların statüsünü tespit etmek kural olarak Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bu mesele öncelikle derece mahkemelerinin değerlendireceği ve karara bağlayacağı bir husustur. Bununla birlikte somut olayda vakfın statüsünün tespiti mülkiyet hakkının kullanımı yönünden hayati önemi haiz olduğundan derece mahkemelerinin yaptığı değerlendirme ve ulaştıkları sonuçlar Anayasa Mahkemesince sıkı bir biçimde denetlenecektir.
80. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ilk hâlinde cemaat vakıfları mülhak vakıf kategorisinde sayılmıştır. 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikten sonra cemaat vakıfları mülhak vakıflar arasından çıkartılmıştır. Buna göre cemaat vakıfları bunlar tarafından seçilen kişi veya kişilerce idare edilir. 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesinde "kanunen veya filen hayrî bir hizmeti kalmamış olan vakıflar" ile "mütevelliği bir makama şart edilmiş olan vakıflar"ın mazbut vakıf sayılacağı belirtilmiş ise de bunun cemaat vakıflarını kapsadığına dair açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Kuralda, cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinde olduğu açıkça düzenlenmişken Genel Müdürlüğün idari bir kararla bunların statüsünü değiştirme yetkisi olduğunun kabulü oldukça zorlama ve öngörülemez bir yorum olur.
81. Bununla birlikte 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinde 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişikliğe dikkat çekmek gerekir. 5404 sayılı Kanun'la cemaat vakıfları mülhak vakıflardan ayrı bir kategori olarak düzenlenmiştir. Genel Müdürlüğün 8/11/1936 tarihli işlemiyle başvurucu Vakıf mazbut vakıf statüsüne alınmış ise de 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun'dan sonraki durumun ne olduğu Mahkeme ve -nihai kararda- Daire tarafından tartışılmış değildir. İDDK'nın yukarıda alıntılanan kararında vurgulandığı üzere 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikten sonra ayrı bir kategori olarak kabul edilen cemaat vakıflarının Genel Müdürlük tarafından değil mensuplarının seçtiği kişi veya kurullar tarafından yönetilmesi öngörülmüştür. Kararda, değişikliğin gerekçesine de atıfta bulunularak 2762 sayılı Kanun'un 1926 yılı öncesinde mevcut olan vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Genel Müdürlükçe idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına olanak kalmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
82. İDDK'nın anılan kararı başvurucu tarafından derece mahkemelerinin bilgisine sunulmuş ancak anılan mahkemelerce bu kararla ilgili olarak herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Daire 13/12/2017 tarihli kararıyla ilk derece mahkemesi kararını bozarken 5737 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf statüsünden çıkarıldığını ve ayrı bir vakıf türü olarak benimsendiğini belirtmiş; Genel Müdürlüğün Vakfı mazbut vakıf statüsüne alan işlemine ise hukuksal değer atfetmemiştir. Bozma kararında Vakfın cemaat vakfı mahiyetinde olduğu açıkça kabul edilmiştir. Buna karşılık karar düzeltme aşamasında Daire bu görüşünden dönerek Vakfın mazbut vakıf statüsünde olduğu kanaatine varmıştır. Daire, bu görüşüyle bağlantılı olarak Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin ve vakıf adına talepte bulunma hakkının bulunmadığına karar vermiştir.
83. Belirtmek gerekir ki Dairenin bu kabulü kanunun lafzından çıkarılması mümkün olmayan, oldukça genişletici ve öngörülemez bir yoruma dayanmaktadır. 743 sayılı mülga Kanun'un kabul edildiği 1926 yılından sonra yürürlüğe giren konuyla ilgili tüm mevzuatta cemaat vakıfları mazbut vakıflardan ayrı bir kategori olarak kabul edilmiştir. 2762 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 1935 yılı ile 5404 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 1949 yılı arasındaki dönemde cemaat vakıfları mülhak vakıflar arasında sayılsa da bunlar hiçbir dönemde mazbut vakıf olarak kabul edilmemiştir. Öte yandan bir an için Genel Müdürlüğün 1936 tarihli işleminin tartışılmaya açılamayacağı kabul edilse bile 1949 ve sonrası dönemde cemaat vakıfları lehine yapılan çok sayıda yasal değişikliğe karşın bu Vakfın statüsünün hâlen mazbut vakıf olarak devam ettiğinin düşünülmesi de oldukça daraltıcı bir yorum olur.
84. Hak ve özgürlükleri sınırlandıran hükümlerin kamu makamlarınca geniş yorumlanması bireyler açısından öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Türk anayasal sisteminde hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı düzenleme yapma yetkisi yasama organına aittir. Hak ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir kanunun kapsamını genişletici yorum ve uygulamalar kanun koyucunun getirmediği bir sınırlandırmanın idari ve yargısal makamlarca ihdas edilmesi sonucunu doğurabilir. Demokrasilerde hangi hakkın ne ölçüde sınırlanacağına bürokrasi veya yargı değil yasama organları karar verir. Bu açıdan hak ve özgürlükleri sınırlandıran kurallara ilişkin yorum ve uygulamaların kuralın kapsamını genişletici nitelikte olmaması ve öngörülebilir sınırlar içinde kalması önem taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle derece mahkemelerinin hak ve özgürlükleri sınırlayıcı kuralların kapsamının geniş yorumlanması hususunda oldukça ihtiyatlı davranması gerekir. Aksi durum keyfî uygulamaların yaygınlaşmasına ve bireylerin kamu otoritelerine karşı güvencesiz bir konuma düşmesine yol açar (bazı farklarla birlikte bkz. M.B. [GK], B. No: 2018/37392, 23/7/2020, § 104).
85. Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde Vakfın mazbut vakıf olarak kabulünün ve buna bağlı olarak Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığının değerlendirilmesinin kanun hükümlerinin öngörülebilir olmayan genişletici yorumuna dayandığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılmıştır. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
86. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
87. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."
88. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.
89. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).
90. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).
91. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).
92. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
93. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
94. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. İşin esası incelendikten sonra ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.
95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2011/682, K.2014/324) GÖNDERİLMESİNE,
D. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 3/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.